M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

cife25 dedikleri dünya, hakikatte cife değil, vicdanları körleten, yürekleri karartan bir sihirbaz. Onun bizi de baştan çıkarmamasına dua edelim.”

      Ve sonra dalgınlaşarak mırıldandı:

      “Bizim küçük akıncı Allah vere de bir kazaya uğramasa. Yoksa şu amca oğlu zırıltısı büyüyüp can sıkan bir gürültü olacak!”

***

      Laybah’ın bütün kilise çanları, korkulu ve ortaklaşa bir düş görmüşler gibi birden titremeye, birden haykırmaya başlamışlardı. Gece yarısından biraz sonra herkes uyurken bu haykırış Laybah halkını yataklarından sıçratmış, sokaklara fırlatmıştı. Herkes, İsa’nın oşehirdeki yirmi ağzını birden açarak bağırmaya koyulmasındaki sebebi araştırıyor ve gözlerini ovuştura ovuştura köşeden köşeye koşanların yüzlerinde tatlı uykularını sakatlayan bu gürültülü haykırışa karşı bir kızgınlık dolaşıyordu.

      Bununla beraber halkın yüreği de titremiyor değildi, gece yarısı bağıran çan, ne İsa’nın gökten inmek üzere olduğunu müjdeleyen bir ağızdır ne de Meryem’in kendi tebessümünden bir demet çiçek yayıp ümmetine armağan ettiğini söyleyen bir dildir. Böyle titreye titreye haykıran çanlar ancak felaketi haber verir. Laybahlılar bunu bildikleri için korkuyorlardı, kelimesiz bir haykırıştaki anlamsızlıktan ötürü de ister istemez kızıyorlardı.

      Yatak kılığıyla sokağa fırlayan kadınlar gecenin kara tülleri arasında uzun müddet kalmaktan utanç duyarak bir ayak önce kapalı bir köşe bulmak istiyorlar ve kiliselere doğru koşuyorlardı. Çıplak topuklar üzerinde beliren bu beyaz telaş, erkeklere de gidilecek yolu gösteren bir ışık oldu ve bütün halk, biraz sonra kilise avlularına doldu.

      Çanlar yine haykırıyor ve bir kelime duymak ihtiyacıyla üst üste yığılan dişili erkekli yüzlerce Laybahlıya iç zelzelesi dağıtıp duruyordu. Papazlar ortada yoktu, kiliseler koyu bir karanlık içindeydi. İsa’nın, Meryem’in resimleri, Laybah kiliselerinde belki ilk defa olarak gece görüyorlardı, ışıksız kalıyorlardı. Hayat, hareket yalnız çanlarda idi ve onları böyle delice haykırtan eller de o karanlık içinde görünmüyordu.

      Artık halkın sabırsızlığı, taşınılan korkudan da üstün çıkmak ve bu bir şey anlatmayan haykırışa karşı küfürler savrulmak üzere idi. İşte bu sırada bütün Laybah, alevden bir kucak içine alınmış gibi birden ışık içinde kaldı, her yer ve her taraf kızılla karışık bir beyazlıkla beliriverdi.

      Bir saatten beri yalnız sesleri duyulup kendileri görünmeyen çanlar şimdi asılı oldukları yerde -şişkin birer dil gibi- göze çarpıyordu; kiliseler, evler ve ağaçlar kendilerini saran karanlıktan sıyrılarak uzun veya kısa boylarıyla pırıldayıp duruyorlardı. Sanki gece birdenbire silinmişti ve güneşsiz bir gündüz doğmuştu.

      Halk, gözleri önünde beliren bu yarı kırmızı, yarı beyaz gündüzün bir mucize olduğuna inanmıştı. Yere kapanmaya, Laybah şehrini kucaklayan şu ilahi ışığı, sevinç yaşları döke döke kutlulamaya hazırlanıyorlardı. Fakat ellerin de haç, gözlerinde korku, birer birer meydana çıkan papazların titreye titreye haykırdıkları hakikat, secde için kıvrılan bütün dizlere bir dermansızlık getirdi, sevinçten ağlamaya hazırlanan gözlerin yaşı kurudu ve bütün ağızlarda aynı inilti dolaştı.

      “Kurtlar geliyor!”

      Papazlar bu kelimeleri söylemişlerdi. Halk da o kelimeleri tekrar ediyordu. Güzel bir yaz gecesinde Laybah şehrine geldiği söylenilen ve gelişleri kiliseleri haykırtan, binlerce adamı korkuya boğan kurtlar, akıncı Türklerdi. On dördüncü asırdan beri bütün Balkanlar, bütün Orta Avrupa, akıncıları kurt diye anıyorlardı. Fakat bu kurtlar, herhangi bir şehre yaklaştıklarını işte böyle ışıklı ve göz kamaştıracak kadar pırıltılı bir işaretle haber veriyorlardı. Onların seslerinden önce ışıkları geliyordu ve önlerinde geceler devrilerek gündüzler peyda oluyordu.

      Laybahlılar ilk şaşkınlıklarını giderdikten, dermanı tükenmiş dizleri üzerinde durabilecek bir iç kudreti bulduktan sonra kiliselerin içine koşmuşlardı, aziz resimleri önünde alınlarını yerlere sürerek nuru kılavuz yapıp gelmekte olan Türklere karşı kendilerini korumaları için yalvarmaya koyulmuşlardı. Bir pulluk mumların ışığıyla aydınlanan bu aziz resimleri, ovaları, dağları ve şehirleri yekpare bir meşale gibi nur içinde bırakan Türklerin önünde ağız açacak, kımıldanacak şeyler miydi?.. Halk bunu düşünmüyordu, düşünemiyordu, kâğıt putlardan çelik bilekleri bükecek bir hareket bekliyordu.

      Şehri saran o kızıllı beyazlı ışık şimdi esmer bir tül içine giriyordu. Gece, yine Türklerin yarattığı gündüzün içinde erimiş gibiydi. Bütün Laybah yine pırıltılı bir görünüşün kucağında yaşıyordu. Lakin o kızıllı beyazlı ışık belli belirsiz bir esmerliğe sarılıyordu. Kilisedekiler, kendilerinin sırtında kümelenen, aziz resimlerini de saran o iki renkli ışık gibi bu esmer örtünün de yürüdüğünü, üzerlerine aktığını seziyorlardı. Elle tutulmayan şu yürüyen örtünün kokusu da vardı ve bu koku Laybahlıların ciğerlerine kadar iniyordu.

      Akıncıların kendilerini selamlamayan veya istenilen şeyleri -su, yem veya haber- vermeyen köyleri ateşe vermelerinden doğduğunu söylemeye lüzum görmediğimiz o ışık ve duman Laybahlıların yüreklerini ağızlarına getirmekle beraber beyinlerini de felce uğratmıştı. Kimse, ovaları ve dağları tutuşturarak gelmekte olan akıncılara karşı ne yapılacağını düşünmüyordu, düşünemiyordu. Yalnız aziz resimlerine yalvarmakla vakit geçiriliyordu. Halk, bütün kiliselere dağıldığı için toplu düşünmek ve el, dil birliği yapmak da o durumda mümkün değildi. Her kilise, ayrı bir Laybah demekti ve İllyrie’nin bu ünlü merkezi, Türk korkusuyla kendi kendine parçalanmış gibiydi.

      Laybahlıları, içine düştükleri korku yüzünden gülünç görmek doğru olamaz. Çünkü papazların geldiklerini haber verdikleri kurtların, kendi şehirlerine ayak basacaklarını onlar, bütün ömürlerinde hatırlarına bile getirmemişlerdi. Böyle bir gelişe nasıl ihtimal verebilirlerdi ki, şu akın sırasında Türkler henüz Bosna’yı almamışlardı. Belgrad’ı da ele geçirmemişlerdi. Laybah’la Türk sınırı arasında en aşağı beş yüz kilometrelik bir yol vardı ve bu yolun aşılması için Hırvatistan’ı, Dalmaçya’yı geçmek, birçok suları ve dağları zorlamak gerekti. Alp Dağları’nın kazık adı verilen kolları bu beş yüz kilometrelik yol üzerindedir. Drava suyu yine bu yolu aşılmaz yapan engellerdendir, Gayl Nehri Drava’ya yardım için sağa sola koşup durur. Türklerin işte o koca ülkeleri, o dağları, o suları aşıp da Laybah’a ulaşmaları imkânsız bir şey sanılıyordu. Kimsenin hatırına gelmiyordu.

      Şimdi o yapılamaz denilen şeyin yapıldığını görmek, hem de ansızın ve gece uykusu içinde görmek, Laybahlıları akılsız edip bırakmıştı. Korku ile şaşkınlık el ele vererek zavallıların beynini işlemez bir biçime sokuyordu. Fakat kurt dedikleri aslanların gelip çatmaları da gittikçe yakınlaşıyordu. Onlara karşı nasıl bir durum alınacaksa vakit geçmeden kararlaştırmak lazımdı.

      Bunu, yine büyük kilisenin başpapazı hatırlayabildi, kendi mabedine toplanan halka şöyle bir söylev verdi:

      “Felaket hiç ummadığımız bir dakikada kapımızı çaldı. Bizden çok uzakta olduklarını sandığımız Türkler işte karşımıza ve evimizin eşiğine geldi. Bu geliş ne sel gelişine benzer ne de kasırgaya. Hatta tufana da benzemez. Peygamber Nuh, Allah’tan yardım görüp bir gemi yaptı, yeryüzünü kaplayan yağmur akınından kurtuldu. Eğer o peygamberi saran Türk akını olsaydı kurtuluşa imkân bulunamazdı. Çünkü Türkler, denizden yüzen gemileri de atla kovalamaktan çekinmezler. Onların elinden kurtulmak için ne mağara