M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

bırakmışlardı, büyük geçişi seyre hazırlanmışlardı. Yalnız akıncıların atları ön ayaklarıyla toprağı eşiyorlar, sabırsızlık gösteriyorlar ve bu hareketle o derin sessizliği taklit olunmaz bir ahenkle işliyorlardı. Güneş, doğudaki beşiğinden fırlamıştı, Türk akıncılarının dalgaları nallara nasıl çiğnettiklerini görmek için ufuktan boynunu uzatıyordu.

      İşte bu sırada, bu heyecanlı anda karşı yakadan iki kişi belirdi. Bunlardan biri önde yürüyordu, arkadakini yedekliyordu. Su kıyısına gelir gelmez öndeki biraz durakladı, ardında bulunanı omuzladı ve o yükle Tuna’ya atıldı, yüzmeye başladı. Şimdi akıncılar yürümekten geri kalmışlardı, ordunun gözü akıncılardan ayrılarak ağır bir yükle ırmağı aşmaya savaşan cesur yüzgece kaymıştı. Vezirle hünkâr dahi ister istemez bu gelişe, bu yüze yüze gelişe bakıyorlardı.

      Suya atılışı uzaktan şöyle böyle seçilebilen yüklü yüzgeç, Tuna’nın köpüklü akışı arasında bozuk düzen bir tulum gibi görünüyordu ve güçlükle seçiliyordu. Ara sıra onun sularla örtüldüğü, akıştaki hızı yenemeyerek aşağıya doğru sürüklendiği seziliyordu. Fakat yüzgeç, sırtındaki yüke rağmen ne yapıp yapıyordu, yolundan geri kalmıyordu, beri yakaya doğru kulaç atıp geliyordu.

      Akıncılar kendilerini yoldan alıkoyan bu kim olduğu belirsiz yüzgece karşı kızgınlık değil, sevgi duyuyorlardı, atlarının dizginlerini bırakarak ve elleriyle gözlerine siper alarak onun yüzüşünü beğene beğene seyrediyorlardı. Fatih Mehmet başta olmak üzere bütün orada bulunan ve manzarayı gören adamların içinde hem heyecan hem merak vardı. Ağır bir yükle Tuna’yı aşmaya savaşan adamın nereli ve neci olduğunu anlamak ihtiyacıyla kıvranıyorlardı. Fakat herkes bunun bir Türk olduğuna inan taşıyordu. Tuna’yı, bir yük altında yüze yüze geçmeyi Türk’ten başkasının başarmasına imkân mı vardı?

      İki yaka arasındaki açıklık bin metreye yakındı, suyun akışındaki hız bu açıklığı bir yüzgeç kolu için üç misline çıkarıyordu, dalgalı yolu aşılmaz bir biçime sokuyordu. Fakat yüklü yüzgeç, yaman bir inatla suyu yarıyor, köpükleri sağa sola atıyor ve ilerliyordu.

      Nihayet galebe yüzgeçte kaldı, Tuna bu geçişe boyun eğdi ve bütün ordu, çocuk denilecek yaşta bir delikanlının pos bıyıklı bir herifi sırtında taşıyarak karaya ulaştığını gördü. Artık yerden göğe doğru bir alkış gürültüsüdür yükseliyordu, binlerce ağızdan çıkan “Yaşa!”lar Tuna’nın homurtusunu susturuyordu.

      Yüzgeç, Fatih’le sadrazamın bulundukları yere yakın bir yerde karaya yaklaşmıştı. Yüküyle birlikte ayağa kalkar kalkmaz şöyle bir silkindi, silah pırıltısı içinde göz alıcı bir azamet gösteren kalabalıkla, ocoşkun alkışlarla ilgilenmedi, sırtındaki adamı yere indirdi ve onun boynuna sarılı ipin ucunu eline aldı, üzerinden şırıl şırıl su aktığı hâlde etrafına bakındı, hünkârla veziri gördü, mırıldandı:

      “İyi bir karşılaşma. Şu ağıl kokan yükü hünkâra götüreyim, dilini kerpetenle o açsın!”

      Ve yürüdü, taşıdığı yedeği de yürüttü. Ordunun gözü onu adım adım takip ediyordu. Artık herkes bu delikanlının Türk olduğunu ve bir tutsak getirdiğini anlamıştı, yalnız kendini bilen ve tanıyan yoktu. Bu bilgisizlikten ilk önce kurtulan gene Fatih oldu ve genç yüzgecin kıyıdan beş on metre uzaklaşmasıyla beraber derin bir sevinçle haykırdı:

      “Bizim küçük akıncı! Biz çapkını yerde arıyoruz. O, sudan çıkıyor!”

      Gerçekten de oydu, Kara Murat’ın kardeşiydi ve şiş üstünde çevrile çevrile kebap edilirken küçük bir inilti çıkarmayan o yiğit adamın kardeşi olduğunu apaçık gösteren bir adım atışla ilerliyordu. Sanki ağır bir yükle engin ve coşkun bir suyu aşan o değilmiş gibi çevikti, dimdikti, damarlarındaki alevli kan, Tuna’dan üzerine bulaşan ıslaklığı kurutmuşa benziyordu, görünüşü o kadar tabiiydi.

      Küçük akıncı, Fatih’in önüne kadar geldi, eğilmeden selamladı.

      “Ulu hünkâr!” dedi. “Sana bir tutsak getirdim. Voyvodanın kafasını getirecektim ama olmadı, herif mızraktan bir ormanın ta ortasında yatıyor. Bir türlü süzülüp yanına varamadım, kelleyi boş yere kaptırmamak için de o çelik ormanın kıyılarında çok kalamadım, şu pos bıyığı yakaladım, döndüm.”

      Fatih sordu:

      “Voyvodanın bulunduğu yere kadar vardın mı?”

      “Varmaz olur muyum hiç?.. Aklım, fikrim zaten onda. Belki boş bulunur da yakasını bana kaptırır sandım ama umudum boşa çıktı.”

      “Peki, o teres nerede?”

      “Bükreş’e yakın bir yerde duruyor, başında hayli kalabalık var.”

      “O kalabalık kaç kişi ola?”

      “Belki yirmi bin, belki kırk bin baş. Fakat daha iyisini bu pos bıyık bilir.”

      Fatih biraz düşündükten sonra Küçük Mustafa’ya şunları söyledi:

      “Malkoçoğluyla, öbür beylerle görüştük, Eflak topraklarında akın yapılmamasını doğru bulduk. Çünkü bu ülke benimdir, hırpalanmasını istemem. Onun için savaş yapacağız, akın yapmayacağız. Voyvoda teresini bu suretle belki daha kolay yakalarız. Sen de yanımda kal, savaş yoldaşı olalım. Bakalım hangimiz daha iyi at oynatıyoruz.”

      Bu söz, küçük akıncının gururunu okşadı, akıncıların düz savaş yapacaklarına göre de ayrılık kaygısına yer kalmıyordu. Bundan ötürü padişahın pek nazik bir dille yaptığı teklifi kabul etti.

      “Başüstüne ulu hünkâr!” dedi. “Akın başlayıncaya kadar yanında kalırım. Tanrı fırsat verirse birbirimizi deneriz de.”

      Ve sırtında taşıyarak koca Tuna’dan geçirdiği tutsak adamı gösterip sordu:

      “Bu pos bıyık ne olacak?

      “Onu Mahmut Paşa sorguya çeksin, bir bildiği varsa öğrenip bana söylesin. Sen hele beri geç de yoldaşların suyu geçişine bak!”

      Görünmesi geciken sahne şimdi bütün ululuğuyla, yüceliğiyle açılıyordu. Verilen işaret üzerine akıncılar kol kol Tuna’ya atılmışlardı, atla suyu aşmaya başlamışlardı. Ordu yeni baştan nefesini tutmuştu, serdengeçti doğup serdengeçti yaşayan ve öyle de ölen akıncıların akışına bakıyordu.

      Türkler “At süvarisini tanır.” derler. Eğer “At Türk’ü tanır.” deselerdi daha doğru söylemiş olurlardı. Çünkü ata birçok okuryazar insanlardan daha ince bir seziş aşılayan Türklerdir. Hele bir akıncı altında at, tepeden tırnağa kadar duygu olmuştur. Bu Tuna geçişinde de o hakikat canlanıp duruyordu. Her at, tabiatı yenmek hırsıyla hareket eder gibi görünerek Tuna’yı göğüslüyordu. Su ile at arasındaki bu mücadelede akıncıların rolü ancak düzeni, sırayı bozmamaktan ibaretti. Onar kişilik birer dizi hâlinde ve fakat yan yana on iki ayrı dizi olarak suya giren akıncıların art arda teşkil ettikleri sıralar düzineleri geçiyordu. Öyle iken ne yan yana ne de art arda sıralanan dizilerde küçük bir düzensizlik göze çarpmıyordu. Yan yana yürüyenlerin arasındaki açık azalıp çoğalmadığı gibi arkadaki atların başları öndekilerin kuyruğunu bir santim geçmiyordu, su içinde ve yüzen hayvanlar üstünde çizilen bu hendesi22 nizam, bu pergelleri imrendirecek tenasüp Tuna’nın sırtında, yürüyen bir tablo güzelliği yaratıyordu.

      Almanların yaya ve atlı askerlerine temin ettikleri yürüyüş birliği bütün dünyaya örnek olmaktadır. Asker yaratılmamış milletlerin de