kulun ne yapabilirdim?”
“Düzen kuranların düzene kapılacaklarını söyleyebilirdin. Sustun ve herifi öldürttün!”
Mahmut Paşa, gözlerini yere eğdi, sessiz kaldı. Fakat Fatih susmuyordu, boyuna söylüyordu. Sadrazamın suçlu olduğunu dile dolayarak ağır kelimeler kullanıyordu. Bir aralık kızgınlığını yenemedi ve yerinden fırladı:
“Beni en iyi bir adamdan ayırdın, Çakırcı’ya kıydın kıydırdın, herif!..” diye bağırarak Mahmut Paşa’nın üzerine atıldı, sakalından tuttu, silleledi, silleledi, silleledi.
Bizanslı tarihçi Kalkondil, Fatih’in attığı bu dayağı anlatırken, “Çöplükten ipekli sedirlere yükselen köleler için padişahlardan tokat yemek utandırıcı bir şey değildir, belki şereftir.” diyor. Hâlbuki Mahmut Paşa’nın, bu ağır hakarete dayanması hiç de “şereflenmek” duygusundan ileri gelmiyordu. Belki kendini suçlu saydığından dolayı dövülmeye tahammül ediyordu. Gerçekten de suçluydu. Çünkü Fatih’in Çakırcı’ya vaktiyle verdiği emre karşı gelmemişti, göz yummuştu. Kendi suçunu hatırlamayan Fatih, onun tahammülünü alabildiğine kullanmadı, kızgınlığı tavsayacak kadar sille attıktan sonra yerine çekilip oturdu.
“Çakırcı öldü, ya…” dedi. “Şimdi eline kına yak; lakin onun öcünü almazsan ben de elime senin kanınla kına yakarım!”
“Voyvoda Bulgar iline de leşker döküyormuş. Oralarda bol askerimiz yok. Korkarım ki bize ziyan verir.”
“Vay, o melun bana silah çekmeye bile yelteniyor ha… Sen de bunu hiç sıkılmadan söylüyorsun!”
“Duyduklarımı söylemek borcumdur hünkârım. Voyvoda, Macar eline elçi yollayıp efendimin -haşa sümme haşa- amcası olduğunu söyleyen Davut’u kışkırtmak istiyormuş!”18
Bu amca oğlu sözü, Fatih’in henüz düzelmemiş olan sinirlerini büsbütün titretti, altüst etti. Gözlerini kızıllaştırdı ve Mahmut Paşa yeni baştan dil ve el bombardımanına uğradı, tartaklandı, hırpalandı.
Fatih için, Macaristan’daki bir amca oğlu meselesi, Eflak işlerinden de Mora işlerinden de önemliydi. O, babasının ölümüyle beraber küçük ve biricik kardeşi Ahmet’i öldürterek, İstanbul’u alınca da Yıldırım’ın torunu ve kendinin büyük amcası oğlu Prens Turhan’ın ölüsünü buldurarak tahtın tek vârisi olmak neşesine ermişti. Şimdi ta Macaristan’da bir amca oğlu peyda olması, içine yaman bir üzüntü getiriyordu, beynini kara düşüncelere boğuyordu.
Bununla beraber o günün ve gelecek günün inceliklerini kavramaktan da geri kalmıyordu. Sınırdan dışarıda bir amca oğlu varsa ve Eflak voyvodası gibi düşmanlar ondan kazanç elde etmek istiyorlarsa Fatih’in ilk yapacağı iş sınır içinde kuvvetli bulunmaktı. Bunun için de başta sadrazam olmak üzere bütün vezirlerle, beylerle hoş geçinmek gerekti. Çünkü eski devirlerde tahtın elden ele geçmesinde onların büyük, tesirleri olmuştu.
Fatih böyle düşündü ve birden yumuşadı.
“Bre Mahmut!” dedi. “Bugün besmelesiz kalkmışsın. Hem beni üzdün hem kendin incindin. Şu tatsız haberleri biraz sonra versen ve hepsini birden söylemeyip de yavaş yavaş bildirsen olmaz mıydı? Fakat olan oldu, ikimizin de kalbi kırıldı. Şimdi geçeni unutalım, açık yürekle konuşalım. Et tırnaktan ayrılmaz. Sövsem de dövsem de senden geçemem. Çünkü değerin vardır, sadıksın.”
Mahmut Paşa mırıldandı:
“Kul, yediği ekmeğin kıymetini bilir. Bilmezse o nimet gözüne, dizine durur. Ben senin kölenim. Kanım, canım senindir.”
“Bilirim Mahmut, inanırım Mahmut. Şimdi sen bana anlat. Bu haberleri kimden aldın?”
“Bir küçük akıncıdan!”
“O da kim?..”
“Mustafa adlı bir genç irisi. Sizin de tanıdığınız Kara Murat’ın kardeşi.”
“Şu bizim Turhan’ın Kara Murat’ı mı?”
“Evet, şevketlu hünkâr, o Kara Murat. İstanbul savaşında bizimle idi, çok yararlıklarını görmüştük. Zavallı, Çakırcı Hamza’ya yoldaşlık etmiş, tuzağa düşüp ölmüş…”
Mahmut Paşa, bildiğimiz faciayı, küçük Mustafa’dan dinlediği gibi anlattı:
“İşte o Yaksiç hınzırı, Kara Murat’ı çevirme ettirdikten sonra çocuğu buraya yolluyor. Küçük akıncı, dün gece ben uyurken geldi. Ulak olduğunu söyleyip dizdarlara kale kapısını açtırmış. Beni uykudan uyandırdı, kaziyeyi bildirdi. Yaksiç, bizim küçüğü yola vururken bir köşeye çekmiş, bütün bu işleri voyvoda ile şevketlu hünkârın arasını açmak için yaptırdığını fısıldamış. Güya Vlad, dört yüz Macar delikanlısını ateşe vurasıymış. Yaksiç de bundan hınçlanıp düzen kurmuş ve Vlad’ı bir çıkmaza sokmuş imiş.”
Fatih, Yaksiç denilen Macar delikanlısının karışık bir rol oynadığını çarçabuk sezdi.
“Anlıyorum…” dedi. “Bu herif hem nalına hem mıhına vuruyor. Vlad’dan öç alır gibi görünüp bizi onunla çarpıştırmaya çalışıyor. Öbür taraftan da öz yurdunu rahata erdiriyor. Boş bir düşünce değil ama bize yarar yeri yok. Biz, her şeyden önce bu Vlad işini temizlemeliyiz. Çakırcı’nın ve onunla bile ölenlerin ruhunu sevindirmeliyiz. Bu işi yaparken şu bizim amca oğlunu da boşlamamalıyız. Kim olduğunu öğrenip giderilmesine çare bulmalıyız. Sen, Eflak seferi için hemen hazırlığa giriş, küçük akıncıyı da bana gönder. Onu gözümle görmek, kulağımla dinlemek isterim.”
Bir saat sonra küçük Mustafa, Fatih’in yanındaydı. Vidin’den çıktıkları günden başlayarak kendisinin Bükreş’ten yola çıkarıldığı güne kadar olup biten işleri birer birer anlatıyordu. Onun ruhu, yüreği ağzına çıkmış, içindeki acı yas, kelime ve cümle olmuştu. Bundan ötürü sözünde yaman bir yanıklık vardı. Fatih’in de içini yakıyordu.
Ruhuyla, yüreğiyle konuşan Mustafa’nın sözü bitince hünkâr, alevli bir hava içinden sıyrılıyormuş gibi geniş bir nefes aldı.
“Ne kötü şeyler!” dedi. “İliğime kadar titredim. Fakat o yüreği karaları da yaptıklarına pişman etmezsem yazık bana!”
Mustafa’nın dudaklarında ağlayışa benzeyen bir gülümseyiş belirdi, gözlerinde kardeşini yakan alevin alevi parladı, ağır ağır cevap verdi:
“Senin gücün yücedir, voyvodanın mülkünü altüst edebilirsin. Lakin onu kolay kolay tutamazsın. Eflak olmazsa Boğdan, o olmazsa Macar eli var. Herif, sana karşı dayanamayınca kaçar, bir köşede saklanır. Onun için voyvodayı bana bırak…”
Fatih, kendinin başaramayacağı bir işi omzuna alan bu on beş yaşındaki delikanlının temiz yüzüne derin derin baktı ve sordu:
“Sen tek başına onu nice yakalarsın çocuk? Herifin askeri var, leşkeri var.”
“O Kara Murat gibi yiğidi avladıktan sonra ben onu niçin tutamayayım?..”
“Kara Murat pusuya düştü?”
“O da düşer!”
“Kara Murat boş bulunup şarap içti, kendinden geçti.”
“O da içer, kendinden geçer!”
“Demek kendine bu kadar güveniyorsun?”
“Ben Türklerin krallar avladığını bilirim. Rahmetli kardeşim, Alp Sevindik’in Bulgar kralını nasıl kafese koyduğunu sık