M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

ortadan çekilmesini ya gölgeleşip sürünür bir biçim almalarını gerekli bulurlardı. Bunu yapmayıp da elle tutulur bir varlık hâlinde önlerine çıkanları çiğneyip geçerlerdi. Fakat hakikatte bu bir çiğneyiş değildi. Herhangi bir fırtınanın, boranın, kasırganın uğrağında görülen tabii bir şeydi. O fırtına, o bora, o kasırga bir kaynaktan çıkar, bir amaca doğru yürür. Hakkı yürümektir. Çünkü kudretlidir. Ülküsü de amacını bulmaktır. Çünkü onun için harekete geçmiştir. Artık önüne orman veya köy çıkması bahse bile değmez. O, kendi yürüyüşünü köstekleyecek olan her engeli yıkar, devirir ve geçer. Akıncılar da öyleydi ve öyle yapıyorlardı. Canlı ve cansız hiçbir engelin kendilerini yürümekten alıkoymalarına göz yummuyorlardı, yumamıyorlardı.

      Eflaklılar işte bu değişmez hakikati bildikleri için yüz bin akıncının Tuna kıyısına geldiklerini duyar duymaz çıldırmışa dönmüşlerdi. Tek bir yıldırım ateşine dayanmak gücünü taşımayan o çörden çöpten köyler içinde on binlerce yıldırım akışına göğüs germek mümkün olamayacağına göre onların korku içinde kalmaları da pek tabii idi.

      Kazıklı Voyvoda da Eflak köylülerinden ayrı bir durumda değildi. Yemekten içmekten kesilmişti, uykuyu unutmuştu, deli gibi söyleniyordu. Durup dinlenmeden dolaşıyordu, Demitriyos Yaksiç’le de boyuna dalaşıyordu.

      Yaksiç onun sitemlerine karşı hiç aldırış etmiyordu, sarsılmaz bir soğukkanlılıkla hep bir biçimde cevap veriyordu:

      “Korkmayın asaletmeap. Kral Matyas Korven yardımınıza koşacaktır, Türkleri buraya geldiklerine pişman edecektir.”

      Eğer bu teselli olmasa ve Yaksiç’in şahsında Macar ordusunun beklenen, umulan yardımını canlanmış görmese Vlad’ın, genç dostunu çoktan kazıklatacağına şüphe yoktu. Fakat içli dışlı bir ilgi ile bağlanarak gündüzleri değil geceleri bile yanından ayırmadığı bu delikanlıya onun güveni pek derindi. Macar kralı da sık sık gönderdiği mektuplarla Yaksiç’e sevgi gösteriyor ve onun çizdiği plana göre davranacağını temin etmekten geri kalmıyordu. Hatta Türk ordu ve donanmasının Tuna’ya doğru yürüdüğü haber alınır alınmaz Yaksiç’in Budapeşte’ye gönderdiği ulaklar da aynı cevabı getirmişlerdi. Matyas Korven bütün Macarları silah altına çağırdığını, Moldavya üzerinden yürüyüşe hazırlandığını ve telaşa düşülmeden Türklerle savaşa girişilmesini bildiriyordu.

      Vlad işte bu yardım vadine kapıldı, Yaksiç’in pohpohlarına kandı, Macar ordusu gelinceye kadar Türkleri -çete harpleriyle- oyalamayı tasarladı. Birçok köyler boşaldığı, tarlalar yakılıp ağaçlar söküldüğü için Türk ordusunun ileri yürüyüşü de şimdiden güçleştirilmiş bulunuyordu.

      Fakat Vlad akıncılara karşı ne yapılacağını bir türlü kestiremiyordu. Demitriyos’la uzun uzun görüştükten sonra bir karar verebildi, dört yana gözcüler dağıtılmasını ve akıncıların yürüyüş kolları sezilince önlerinden kaçılarak onların -mümkün olursa- arkalarında yer alınmasını kararlaştırdı.

      Lakin günler geçtiği hâlde onlar, o bir yerde durmasına, durdurulmasına imkân olmayan akıncılar harekete geçmiyorlardı. Tuna kıyılarında duruyorlardı. Vlad, bu hareketsizliğin sebebini, gece gündüz düşündüğü hâlde bulamıyordu. Çete harbi yapmak için çizdiği planlar ise tuhaf bir karışıklık içinde yürümez olmuştu. Sağa veya sola ayırdığı müfrezeler ordudan ayrılır ayrılmaz sır oluyorlardı, bir daha kendilerinden haber çıkmıyordu. Bunların, henüz Tuna’yı aşmamış olan Türklerin eline düşüp toptan yok edildiklerini kabul etmek mümkün değildi. Fakat yok oldukları muhakkaktı.

      Vlad, üçer beşer yüz kişilik müfrezelerinin iz bırakmadan kayboluşlarındaki sırrı nihayet anladı. Onlar, şurada, burada pusu kurmak veya gözcülük etmek vazifesiyle ordudan ayrılır ayrılmaz dağılıyorlardı, gerilere çekilip saklanıyorlardı. Bir kısmı da Moldavya’yı boylamıştı. Vlad, ordunun sayı dolgunluğunu eriten bu hâli anlar anlamaz çetecilikten vazgeçti, birkaç yüz Ulah’ı kazıklatarak kaçma düşüncesini şöyle böyle köstekledikten sonra bütün askeriyle sağlam bir yer tuttu, Türkleri beklemeye koyuldu. Fakat bir gözü önde ise bir gözü arkadaydı. Durduğu yerde kalabilmesi, Macaristan’dan ordular gelebileceğini ummakla mümkün olabiliyordu.

      Bununla beraber Türklerin hareketsiz duruşları, hele akıncıların Tuna’yı aşmayışları onun kafasında kargaşalık yaratmaktan geri kalmıyordu. On binlerce yıldırımın bir su kıyısında kümelenip duruşunda tabiata aykırı düşen bir biçim vardı. Yıldırımın şanı yürümek, Türk’ün de şanı ileri atılmaktı. Hâlbuki Tuna kenarındaki ordu ve akıncı fırkaları günler geçtiği hâlde harekete geçmiyorlardı.

      Vlad’ın hiçbir sebebe bağlayamadığı bu hareketsizlik Fatih Sultan Mehmet’in emrinden ileri gelme bir durumdu. O, Karadeniz yoluyla Tuna’ya girip Vidin’e kadar çıktıktan sonra birdenbire bir fikre saplanıp kalmıştı: Küçük akıncıyı buldurmak!.. Onun Eflak üzerine yapılacak akınlar sırasında bir kazaya uğramasından, bu suretle de Şehzade Davut işini başaracak en yarar bir elin kaybolmasından korkuyordu. Çocuğun Vlad’a karşı beslediği derin hıncı bildiği için akın sırasında delice davranacağına, hayatını daldan budaktan sakınmayacağına şüphe etmiyordu. Onun için hem küçük akıncıyı kızdırmayacak hem de onu koruyacak bir yol aramıştı, bulmuştu. Bu, Kara Murat’ın kardeşini Eflak’a yürüyüş günlerinde yanında bulundurmaktan ibaretti. Bu düşünce ile de akıncıların ayrıca yürüyüşe geçmemelerine, ordu ile birlikte hareket etmelerine emir vermişti.

      İşte ordunun, akıncıların Tuna kıyısında beklemeleri bu emir yüzündendi. Küçük Mustafa’nın bir türlü bulunmaması da hareketi geciktiriyordu. Fatih bu genç akıncının mutlaka bulunmasını istiyordu. Hâlbuki Kara Murat’ın yiğit kardeşi ortada yoktu.

      Ne Turhan oğlu Ömer’in, ne Evranos oğlu Ahmet’in, ne Mihal oğlu Ali’nin, ne Malkoç oğlu Bali’nin fırkaları içinde Mustafa bulunamamıştı. Onu zaten Bali Bey’in akıncıları tanıyorlardı, öbür akıncılar Kara Murat adını saygı ile anar olmakla beraber kardeşini görmüş değillerdi.

      Koca bir ordu, koca bir akıncı kümesi, küçük bir adamın bulunmaması yüzünden günlerce hareketsiz kalamazdı. Bu, karşıdaki düşmanı kuvvetlendirecek bir tedbirsizlik demekti. Lakin Fatih, açık veya kapalı yapılagelen ihtarlara karşı da çocuğu aratmaktan, orduyu da hareketsiz bırakmaktan vazgeçmiyordu. Çünkü daha İstanbul’da iken Macaristan yoluyla Yaksiç’ten bir mektup almıştı, bu delikanlının tam yerinde Voyvoda Vlad’a ihanet edeceğini öğrenmişti. Bundan dolayı da Eflak topraklarında yapılacak korunma hazırlıklarına değer vermiyordu.

      Bir hayli böyle geçti, küçük Mustafa bulunamadı, Fatih de bir perşembe günü gün doğar doğmaz bütün ordunun Tuna’yı aşmasına emir vermek zorunda kaldı. Akıncılar, gene birlikte hareket edeceklerdi, sağ ve sol yanlarda yürüyeceklerdi.

      Bu emir, bir salı akşamı verilmişti, çarşamba günü silahlar yeni baştan bilendi, atlar güzelce tımar edildi, yeniçeri ve sipahi çadırlarında başlayacak savaş şerefine eğlenceler yapıldı, akıncılar tarafından at ve mızrak oyunları gösterildi ve perşembe gecesi tatlı rüyalar içinde geçirildi.

      O gün tan yeri ağarırken bütün ordu ayakta idi. Güneşle beraber Tuna kıyısında heyecanlı bir âlem doğuyordu. On binlerce akıncı at sırtında bu büyük suyu geçmeye hazırlanmıştı. Yüzme zevkini sezen hayvanlar şen şen kişniyorlardı. Kulaklarını dikerek ve kuyruklarını sallayarak Tuna’ya atılmak emrini bekliyorlardı. Büyük bir köprü, yaya askerle topların geçmesi için göğsünü açmıştı, suyun üzerinde neşeli bir yüzle uzanıp duruyordu.

      Sadrazam