M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

görmez gerdanlarını uzatışları, boylarını yükselterek karaya adım atışları, yenip geçtikleri suya “Geçmiş olsun!” der gibi başlarını döndürüp bakışları, neşeli neşeli kişneyişleri ayrı ayrı birer güzellikti. Venüs’ün denizden doğuşunu heykeliyle canlandıran ve o efsaneyi gerçekleştiren sanatkâr, eğer şu akıncıların sudan karaya çıkışlarını görseydi mutlaka yaptığı heykeli kırardı, bu hakikati mermerleştirmeye savaşırdı.

      Saatlerce süren bu nefis manzara nihayet kapandı ve ordunun ağırlıkları, topları da aynı zamanda köprüden beri tarafa geçirildi, çadırların, otakların kurulmasına başlandı ve sıra yeniçerilere geldi. Hünkâr, artık çekiliyordu, bir sayvan altında dinlenmeye gidiyordu. Bir aralık gözü, saray adamları arasında ve yaya yürüyen Mustafa’ya ilişti, gülerek sordu:

      “Bu nasıl akıncılık babayiğit. Ne atın var ne ipin. Yoldaşların uçarken sen taban çalarak mı onlara erişeceksin?”

      “İpimi bizim pos bıyığa doladım, palam işte belimde. Atım da Vidin’de. Düşmanın tek başına böğrüne sokulup dil (esir) alan adam yaya yürür. Fakat akına başlarsak Allah kerim. Elbet ben de sırtına atlanacak bir küheylan bulurum.”

      Ve sonra hünkârdan izin istedi:

      “Devletlu vezir benim tutsağı aldı, götürdü. Onu söyletirken ben de bile bulunmak isterim. Belki işime yarar haberler verir. Onun için beni biraz bırak. Olmaz mı ulu hünkâr?”

      Kendisiyle bir arkadaş gibi konuşan bu küçük adam, gittikçe Fatih’in gözüne giriyordu. Eski Türk töresinden, âdetinden yavaş yavaş uzaklaşan, Bizans törenlerini benimsemeye başlayan hünkâr, Türk dili kesecek ve Türk boynunda kılıç bileyecek kadar almış yürümüş değildi. O güne kadar yalnız küçük kardeşini ve bir de Sadrazam Halil Paşa’yı öldürtmüştü. Henüz gelişigüzel Türk kanı dökmüyordu, hele akıncı, sipahi, yeniçeri gibi kellelerini koltuklarında taşıyan savaş erlerini incitmekten büsbütün çekiniyordu. Bundan ötürü küçük Mustafa’nın kendisine ulu orta söz söyleyişini hoş görüyordu, hatta bundan zevk alıyordu. Onu büyük ve çok büyük bir işte kullanmak isteyişi de bu hoş görüşü ayrıca gerekleştiriyordu. O sebeple yiğit delikanlının dileğini gülerek kabul etti:

      “Hayhay, küçük.” dedi. “Mahmut’un yanına git, sorguda bulun, ne duyarsan gel, bana anlat.”

      Biraz sonra Mustafa, sadrazamın sayvanında idi, yere bağdaş kurup ta Bükreş önlerinden yakaladığı ve yedeğinde buraya kadar getirdiği tutsağa yapılan soruyu dinliyordu. Ulahlı esir, gerçekten ağıl kokan bir adamdı. Ömründe gömlek değiştirmemişe, su yüzü görmemişe benziyordu. Fakat yaman bir inadı da vardı. Adının Mihal olduğunu, Praşova köylülerinden olup son günlerde voyvoda tarafından silah altına sürüklendiğini ve birçok çocuğu ile yirmi domuzu, elli koyunu bulunduğunu söyledikten sonra dilini kilitleyivermişti. Sadrazamın ne tatlı ve ekşi sözleri ne gösterdiği falaka, topuz ve satır, herifin diline vurduğu kilidi gevşetemiyordu, ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.

      Ondan öğrenilmek istenilen voyvodanın nerede bulunduğu, yanındaki askerin sayısı, topu filan varsa nerelerde bulundurulduğu gibi şeylerdi. Praşovalı Mihal, bütün bu meselelere karşı derin bir kayıtsızlık ve sessizlik muhafaza ediyordu, bilmem filan demeye lüzum görmeyerek sağır ve dilsiz gibi davranıyordu. Bir aralık Mahmut Paşa kızdı, herifi işkenceye sokmak istedi. Fakat küçük Mustafa araya girdi:

      “İtme devletlu vezir!” dedi. “Bir de ben sorayım.”

      Ve sadrazamın cevabını beklemeden soruya girişti:

      “Be herif, dilini niye yuttun? Bildiğini söylesene. Bak ulu paşa kızıyor. Olur ki derini yüzdürür. Yazık değil mi sana?”

      Mihal kendini savaş gürültüsünden, Türklerle silah silaha çarpışmak felaketinden kurtarmış olan küçük akıncıya şükran dolu bir bakış attı, içini çekti.

      “Söyleyemem ağa!” dedi. “Hiçbir şey söyleyemem. Ne anlamak istediğinizi anlıyorum, sorulan şeyleri de biliyorum. Fakat söylemek elimden gelmez.”

      “Niçin?”

      “Çünkü yerin kulağı vardır. Bir gün olur da bana yaptırmak istediğiniz gevezelik voyvodanın kulağına giderse beni kazıklar.”

      “Biz de kazıklarız. Bunu düşünmüyor musun?”

      Mihal güldü.

      “Siz…” dedi. “Eli kolu bağlı bir adamı öldürmezsiniz, öldüremezsiniz. Çünkü Türk’sünüz. Fakat voyvodanın ne dini vardır ne de imanı. Beni söyletmeden kazığa vurur yahut ateşte çevirte çevirte öldürür.”

      Küçük Mustafa bu karşılık üzerine sadrazama döndü, yalvardı:

      “Bunu artık sıkıştırmayalım, bırakalım. Çünkü bizim kendini incitemeyeceğimizi biliyor, kafa tutuyor. Zaten ne öğreneceğiz ki? İşte voyvoda Bükreş’e yakın bir yerde duruyor. Gözümle gördüm. Yanında yirmi otuz bin adam var. Bunu da gördüm. Yarın yürüyüş başlarsa ya kaçacak ya bizimle boy ölçüşecek. Mihal’in vereceği haberle bizim bileğimiz mi sağlamlaşacak, atımız mı yüğrükleşecek? Son sözü kılıç söyler devletlu. Bırak şu miskinin yakasını.”

      Ve birden kaşlarını çattı.

      “Hem…” dedi. “Bu benim tutsağımdır. Onu dil diye getirdim ama incitilmesini istemem. Kendini at uşağı yapacağım, yanımda gezdireceğim.”

      Mahmut Paşa, hünkârın “bizim küçük” dediği, günlerden beri arattığı ve karşılaşınca candan sevinç gösterdiği yiğit bir delikanlıyı kolay kolay kıramazdı. Aynı zamanda Mihal’in sözleri onun da içine bir acıyış getirmişti. Bu sebeple sorguyu bıraktı, Mihal’i alıp götürebileceğini Mustafa’ya söyledi, kendi de ordu işleriyle uğraşmaya koyuldu.23

      Küçük akıncı, at uşağı yapacağını söylediği pos bıyık tutsakla hünkârın bulunduğu yana yönelince orada da göçün başladığını gördü, Fatih de artık karşı yakaya geçiyordu. Mustafa büyük bir kalabalık arasında hünkârın atlanıp yürüyüşünü seyre daldı ve mırıldandı:

      “Hem beni konuk yapmak ister hem başını alır, savuşur. Binbir ayağın bir topuk üstünde döndüğü bir yerde ben kendimi nasıl hatırlatırım?”

      Fakat Fatih onu unutmamıştı. En yakın adamlarından birine ısmarlamıştı. Nitekim küçüğün kendi kendine söylenmesi henüz bitmeden o saraylı boy gösterdi.

      “Mustafa Bey!” dedi. “Öbür yakada çadırın hazırlanıyor. Ulu hünkârın misafirisin, orada kalacaksın.”

      O, bir saat sonra kendi çadırındaydı. Hünkârın yolladığı güzel bir palayı gözden geçiriyordu. Mihal de karşısında el pençe divan duruyordu. Pala, ne altınla bezenmişti ne elmasla süslenmişti. Bir akıncıya yarar biçimde olup bütün güzelliği demirine iyi su verilmiş olmasında ve keskinliğindeydi. Mustafa, öpen bir gözle bu nefis armağanı evirip çeviriyordu.

      Hünkâr ona bir de at yollamıştı. Genç, dinç ve kıvrak bir at. O da çadır kapısında bağlı duruyordu. Mustafa bir akıncı için cihan değer şeyler olan bu armağanlardan dolayı büyük bir sevinç içindeydi, hünkârın kendine yaptırmak istediği işi artık benimsemeye başlamıştı.

      “Evet!” diyordu. “Bu adam yüreğimi çeldi. Kardeşimin öcünü aldıktan sonra onun dediğini yapmalıyım. Çünkü beni borç altına düşürdü.”

      Bir aralık palasıyla atı hakkında Mihal’in de düşüncesini