kılıçlı durur. Sarayımız çelebi çergesi değil babayiğit.”
“Öyledir ulu hünkâr ama akıncı akmak ister. Onu saraya kapamak, bir çayı yatağından kaldırıp bir deliğe tıkmaya benzer, yapılamaz ki…”
Fatih düşündü, hem uzun düşündü, sonra tatlı bir sesle yeniden konuşmaya koyuldu:
“Rüzgâra köstek vurulmaz, demek istiyorsun. Doğrudur delikanlı. Bunu kimse yapamaz. Sen de ataların gibi, uçtaki20 yoldaşların, kardeşlerin gibi güle güle ve gürleye gürleye esedur. Bahtın açık, yolun ışık olsun. Yalnız sana bir iyilik etmek isterim. Dünya hâli bu. Bir gün öbür güne benzemez. Şimdi sağ olan yarın sakat olabilir, yardım aramak zorunda kalır. Bunun için sana bir kâğıt vereyim, koynunda taşı. Şayet bir sıkıntın olursa onu -dost olsun, düşman olsun- ilk gördüğün beye, paşaya, gospodine, voyvodaya göster. Ne dilersen onu yaparlar çocuğum.”
Küçük Mustafa, karnı tok bir adamın, önüne konulan değersiz bir aşa karşı gösterebileceği isteksizlikle yüzünü ekşitti:
“Bir akıncı ne dosta ne düşmana el açmaz hünkâr. Vereceğiniz kâğıt, korkarım ki, işime yaramayacaktır. Koynumda buruşup kalacaktır.”
Fatih kızmadı, düşüncesinden de dönmedi:
“Avuç içi kadar bir kâğıt, sana yük olacak değil a be çocuk. Muska yapar, boynuna asarsın. Şayet bir zora uğrarsan dediğimi yaparsın.”
Küçük Mustafa bu zorlayış önünde yumuşadı, “peki” dedi. Fatih de kendi kalemiyle açık bir buyrultu yazdı, mührünü bastı, imzasını attı, genç Türk’e uzattı. Buyrultu, yalnız Osmanlı işyarlarına, ilbaylarına, kumandanlarına hitap etmiyordu, komşu milletin kodamanlarını da muhatap tutuyordu. Kâğıtta Mustafa’nın adı yazılı değildi, “Bu yarlığımızı görenler onu gösterene yardım etsinler, dileklerini yapsınlar. Biz bu yardımın karşılığını öderiz.” deniliyordu.
Fatih’in böyle bir şeyi yapmayı gerekli görüşü ve buyrultuyu çocuğa vermek için uzun uzun zorlayışı başka bir düşünceden ileri geliyordu. Nitekim kâğıdı Mustafa’ya sunduktan sonra yavaş yavaş düşüncesini açmaya girişti:
“Çocuğum!” dedi. “Seni tanıdığıma çok memnunum. Adını sık sık anacağıma da inan. Zaten sen kendini bana da bütün yurda da andıracak işler göreceksin. Bakışın, duruşun hep bunu gösteriyor. Çok yakında bir Malkoç, bir Turhan da sen olacaksın. Ben senin izini gözümden kaybetmeyeceğim, her vakit seni arayacağım. Büyük savaşlarımda da seni yanımda bulunduracağım. Şimdi git, yoldaşlarına karış, akınlar yap. Yalnız bana söyle: Kimin bayrağı altında akına çıkacaksın?”
“Mihal oğlu Ali Bey’in!”
“İyi başbuğ seçmişsin. Ali, yiğit bir Türk’tür. Gözünü budaktan esirgemez. Ben onu Eflak üzerine saldıracağım. Kendim de gelmek niyetindeyim. Bizim Çakırcı’yı kazıklayan, senin de kardeşini yakan Vlad’ı yeryüzünden kaldırmak isterim. Orada gene görüşürüz inşallah…”
Ve birden hatırlamış gibi davrandı:
“Şu Eflak işi bitince seni Macar eline yollamak isterim. Gider misin çocuğum?”
“Tek başıma mı?”
“Orasını sonra düşünürüz. Sen yalnız Budin’e kadar gitmeyi göze alır mısın, almaz mısın? Onu söyle.”
“Vlad’dan kardeşimin öcünü almadan bir yere gidemem ulu hünkâr. O işi başardıktan sonra Kafdağı’na da Kızılelma’ya da giderim. Elverir ki görülecek büyücek işler olsun.”
“Orada benim tahtıma göz diken soyu belirsiz bir adam var. Onu gidermek için sana güveniyorum.”
“Kimmiş bu ulu hünkâr?”
“Davut adlı bir düzme kişi. Benim soyumla sopumla ilgisi yok. Frenklerin elinde oyuncak oluyor, hiç yoktan külah kapmak istiyor. Sen onu bulup da giderirsen Vidin beyi olursun. Nasıl, işine gelir mi?”
Küçük Mustafa şöyle bir düşündü, derin derin hesaplar yaptı, sonunda yıllarca denemeler, sınavlar geçirmiş yaşlı bir adam ağırlığı takındı.
“Vallahi ulu hünkâr…” dedi. “O adamın adını şimdi senin ağzından duydum. Nicedir, kimin nesidir bilmiyorum. Lakin Frenk yurdunda oturuyor, Frenk ekmeği yiyor ya, sağlam bir ayakkabı değil demektir. Gene senin sözünden onun bize bir çorap örmek istediğini de anladım. Rahmetli kardeşim, İstanbul savaşında buna benzer birinin Türk’e ok attığını iğrene iğrene söyler dururdu.21 Bu da o çeşit biri olacak. Bundan ötürü dileğini yerine getireceğim. Fakat bir daha seninle karşılaşıp karşılaşmayacağımı bilmiyorum. Bugün buradayım ama yarın kim bilir nerede olacağım. Onun için şu Davut işini bana bir iyi anlat ki, ilk fırsatta Budin’e gideyim, dileğini yerine getireyim…”
“Bunu Eflak’ta konuşsak olmaz mı?”
“Ben akıncıyım ulu hünkâr. Akıncı buluta benzer, ağar geçer. Gemi değil ki dümene bağlı olsun, istenilen yere çevrilsin. Sen de beni ya bulursun ya bulamazsın. İyisi şimdiden ne yapacağımı bana öğret.”
Fatih, kendini buluta benzeten genç Türk’ün açık bir yürekle konuşmasından haz aldı, Davut için düşündüklerini uzun uzun anlattı, ne yaptırmak istediğini en ince yollarına kadar söyledi. Bir vezirle konuşuyormuş gibi davranıyordu, hatta Mustafa’yı vezirlerden daha üstün tutarak pek tatlı bir dil kullanıyordu. Fikrini böylece açtıktan sonra genç Türk’e sordu:
“Anladın, değil mi?.. Güç fakat seni yükseltecek bir iş. Budin’e nasıl gideceğini sen tasarlarsın. Ben yalnız o soyu belirsizin kafasını isterim.”
Artık ayrılacaklardı. Fatih, öpülmek üzere elini uzatıyordu. Birden hatırladı:
“Sana…” dedi. “Biraz harçlık vereyim.”
Mustafa başını salladı:
“İstemem ulu hünkâr. Benim akçeyle alışverişim yok.”
“Demek zenginsin. Kara Murat’tan epey şey mi kaldı?”
“Bir yürek, bir bilek hünkâr. Onlar da bana yeter.”
Fatih, onun bu tok gözlülüğünü de beğendi, kendisine para vermek fikrinden vazgeçti. Çünkü burada böyle davranan delikanlının herhangi bir durumda para canlılık göstermeyeceğini, para uğrunda söz dönekliği yapmayacağını anlamıştı. Kendine de bu ayarda bir adam gerekti.
1462 yılının ilkbaharında idi. Büyük bir Türk ordusu Tuna’yı geçiyordu. Yirmi beş kadırga ile yüz elli çektirmeden mürekkep bir donanma da Karadeniz yolu ile Tuna’ya girmişti, Vidin’e kadar çıkmıştı. Ordunun başında Sadrazam Mahmut Paşa ile Fatih Sultan Mehmet bulunuyordu. Bütün Eflak, dinmeyen bir yer sarsıntısı geçirir gibi korku içindeydi. Kimse evinde oturmuyordu, oturamıyordu, ormanlara çekiliyordu. On binlerce kişi de gerilere, Ulahların Praşova dedikleri Kronştat taraflarına kaçmışlardı.
Eflak diyarını böyle altüst eden hadise, Türk ordu ve donanmasının gelişinden ziyade Turhan oğlu Ömer’in, Evranos oğlu Ahmet’in, Mihal oğlu Ali’nin, Malkoç oğlu Bali’nin yüz bin akıncı ile Tuna boyuna gelmeleriydi. Yüz bin akıncı, yüz bin yıldırım demektir: Atlı, mızraklı, kılıçlı yüz bin yıldırım!.. İşte Eflaklılar, suyu yüzerek, ovaları süzülerek, dağları uçarak aşan bu yıldırım kümesinden korkuyorlardı, kaçıyorlardı. Ordu, gene ordu ile çarpışıyordu. Lakin akıncılar, tabiatla dövüşen kimselerdi. Onlar şu veya