yaşlarında bir Türk çocuğu, ipler içinde, Yaksiç’in yanına sürüklenmişti. Bu, aslan yavrusunu andıran bir genç irisi idi. Pençesi henüz olgunlaşmamakla beraber gözlerinde taşıdığı kanın alevi, yapılışında yiğit bir ırkın bütün güzelliği beliriyordu.
Yaksiç, bir iki saniye bu insan güzelini süzdükten sonra sordu:
“Senin burada işin ne?”
Çocuk Romence cevap verdi:
“Ben de paşalıyım, ağamla birlikte Vidin’den geldim.”
“Ağan kim?”
“Akıncı Kara Murat benim öz kardeşimdir, ağamdır.”
“Nerede o şimdi?”
“Kızıl cinli (şarap) içip kendinden geçti, ipe sarıldı, bir katıra atıldı, götürüldü.”
Yaksiç, Romence konuşan aslan yavrusunu derin bir dikkatle yeni baştan süzdü, kaşlarını çatarak bir hayli de düşündü, sonra hain bir gülüşle dudaklarını bezedi.
“Sen…” dedi. “Niçin içmedin?
“Ben daha çocuğum. Ağamın yaşına gelmeden öyle şeyler yapamam.”
“Peki, şimdi ne düşünüyorsun, bizim yaptığımız şu işe ne diyorsun?”
“Hiç, ne diyeceğim. Kancıklık, orospoğluluk!”
“Demek biz kancığız, öyle mi?”
“Kancığın da kancığı! Çünkü pusunuzu sofra başında kuruyorsunuz. Konuklarınıza kıyıyorsunuz.”
“Buna da peki. Yalnız bir şey soracağım. Doğru söyler misin?”
“Biz yalan bilmeyiz. Bilseydik pusunuza düşmezdik.”
“Peki babayiğit, bana açık söyle. Bir gün eline fırsat geçse bizden öç almaya kalkışır mısın?”
“Haydi bunu bileydin. Hiç elime fırsat geçer de sizden bu kancıklığın hesabını sormaz mıyım?”
“Öyleyse yürü, Bükreş’e gidelim. Orada göreceğin şeylerle hıncın biraz daha artsın!”
Yaksiç’in adını sormaya lüzum görmediği bu genç irisi Türk de bir katıra bindirildi, yola çıkıldı. Ancak gün doğduktan sonra gözlerini açabilen Çakırcı Hamza Paşa, kendini iple sarılı ve bir katıra bağlı bulunca ilkin düş görür olduğunu sandı, biraz sonra durumun açıklığını anladı, utancından gözlerini yumdu, ölümünü dilemeye koyuldu. Hiçbir şey bilmediği hâlde her şeyi anlamıştı ve alıklığının ağırlığından kurtulmak için ölüme özlem beslemeye başlamıştı.
Birer birer ve yavaş yavaş gözlerini açan bütün paşalılar da aynı düşünceye bağlanmışlar ve aynı özleyişe kapılmışlardı. Yalnız Yunus Bey, bir çuval gibi üstüne atıldığı katırdan bile yardım umacak bir şaşkınlıkla bu durumdan kurtulmak ihtiyacı içinde çırpınıyordu, için için ağlıyordu.
Vlad, bir konak yeri uzakta bekliyordu. Yanında bin atlı vardı. Eğer Demitriyos’un uyuşturucu ve uyutucu şarapları, çıplak topuklu sofracıları, Bükreş’te kurulan planın canlanmasına, verimli olmasına yetmezse voyvoda, yanındaki atlılarla bir gece baskını yapacaktı, Çakırcı Hamza’yı -yüz elli kişiyi geçmeyen- adamlarıyla uyurken yakalamaya savaşacaktı.
Demitriyos Yaksiç’in yolladığı müjdeciler, kararlaştırılan işin pek kolaylıkla yapıldığını haber verince Vlad’ın gözleri parladı, sevincinden göğsü kabardı ve yerinde duramayarak hemen atladı, Kalafat’tan gelenleri karşılamaya koştu.
Yaksiç, şarap, saz ve beyaz topuk kuvvetiyle yenip ipe bağladığı Vidin valisini, katıra konulduğu biçimde voyvodaya prezante etti.
“İşte asaletmeap!” dedi. “Sizi yakalayıp İstanbul’a götürmek isteyen adam. Şaşkınlıktan yolunu şaşırdı, Bükreş’e geliyor!”
Vlad, şerefsiz bir zaferin yersiz gururu içinde boynunu yükseltmeye çalıştı, emir verdi:
“Bunları katırlardan indiriniz, bir sürü biçimine koyunuz, Bükreş’e kadar yaya yürütünüz.”
Onun dediği gibi yapıldı. Çakırcı tek, öbürleri çift olmak üzere uzun bir dizi kuruldu ve her sıra önündekiler arkadaki çiftlere iple bağlandı, Bükreş’e doğru yürütülmeye başlandı. Uzun kamçılar, ara sıra, vahşi bir kahkaha gibi bu dizinin sırtlarında çınlıyordu. Vlad’la Demitriyos da kulaklarına çarpan bu sesi duydukça neşeden kaplarına sığamaz oluyorlardı.
Bükreş’e yaklaşılınca büyük bir kalabalık karşıya çıktı. Vlad, şarap sofrasında ve dostluk maskesi altında kazanılan bu büyük zaferin yıllarca dillerde gezecek bir biçimde kutlulanmasını istemişti, payitahtına o dileğini taşıyan sert emirler göndermişti. Genç ihtiyar, dişi ve erkek herkes, eli kanlı voyvodanın zulmüne uğramamak için erkenden yollara dökülmüşlerdi, çarçabuk yapılan taklar altında ve etrafında bu kahramanca gelişi alkışlamaya hazırlanıyorlardı.
Alay, şehrin dışındaki büyük meydana gelince Vlad, atını ileri sürdü, uzun bir gevezelik yaptı, yirmi yıldan beri Türklerle kendi arasında geçen işleri anlattı, bir zamanlar İkinci Murat tarafından Gelibolu’da nasıl zindana konulduğunu söyledi, oradan kurtulur kurtulmaz Macarlarla el birliği yapıp giriştiği savaşları sayıp döktü, 1444’teki Varna boğazlaşmasında ve Jan Hunyad’la beraber bozguna uğradığı zaman Türklerden öç almaya nasıl yemin ettiğini hikâye etti ve sonra haykırdı:
“İşte bu öç şimdi alınmaya başlanıyor. Yaşasın Vlad diye beni alkışlayın ve neler yaptığımı görün!..”
Her şey önceden düşünülmüş, hazırlanmıştı. Bir tarafta sıra sıra kazıklar, bir tarafta kazanlar, tencereler, onların biraz ötesinde bir sürü keçi, daha ileride küme küme odun yığını göze çarpıyordu.
Vlad, kendince öç almak adını verdiği vahşi oyuna başlanmak üzere işaret vereceği sırada hatırına bir şey gelmiş gibi, birden duraladı, Demitriyos Yaksiç’i yanına çağırdı.
“Benim…” dedi. “Bu adamları nasıl öldüreceğimi biliyorsun. Fakat istiyorum ki şu sayılı günde birkaç ta yenilik gösterelim. Seninle ilk tanıştığımız gün bana bir şeyler söylemiştin. İşte imdi parlak bir fırsat var. Adam öldürmekte usta olduğunu göster!..”
Yaksiç eğildi ve gülümseyerek cevap verdi:
“Ben de bir şeyler yapmak, sizi memnun etmek için kendi kendime hazırlanıyordum. Şu emriniz şevkimi çoğalttı. İlk işaretinizle beraber işe başlayacağım. Düşüncem şudur: Sizin alıştığınız zevki gene size tattırmak ve bu arada biraz yenilik göstermek!”
“Öyleyse kollarını sıva, işe başla!..”
Yaksiç, Çakırcı Hamza Paşa ile Yunus Bey’i, vali kâhyasını, ağalarından ileri gelenleri bir yana ayırdı, geri kalanları da birkaç kümeye böldü. Bu işler bitince Kalafat’ta ayık olarak yakalanan çocuğu getirtti.
“Senin…” dedi. “Adın neydi babayiğit?”
“Mustafa!”
“Ağanınki?”
“Kara Murat.”
“Nerede bu Kara Murat?”
Genç irisi yavru Türk, küme küme ayrılan tutsakları şöyle bir gözden geçirdi ve bir kümeye parmağını uzatarak gösterdi:
“İşte ağam orada!”
Yaksiç, iki asker gönderdi, Kara Murat’ı arkadaşları