-şüphe yok ki- bilmiyordu. Eğer bunu bilse veya sezseydi şimdi anlatacağımız kanlı sahnenin yaratılmasına -uzaktan olsun- alet olmazdı.
Evet, Yunus Bey’in gevezelik edip kardeşine o mektubu yazması, onun da miskin bir hınca kapılıp Bükreş’e haber yollaması üzerine tarihte çok seyrek görünen bir vahşi dram perdesi açıldı. Bu perdeyi kuranlar, dramı oynayanlar Voyvoda Vlad’la Demitriyos Yaksiç’tir.
Onlar İstanbul’dan gönderilen jurnali alır almaz baş başa vermişler, Çakırcı Hamza Paşa’nın kurduğu düzene karşı yapacakları işi güzelce tasarlamışlardı. O sırada Macar Kralı Matyas Korven ve karısı Beatris pek yakında Türklerin üzerine hücum edeceklerini -inandırıcı bir dille- bildirmiş bulunuyorlardı. İstanbul’daki casuslar, Türklerin denizde ve Mora’da Cinevizliler’e, Venedikliler’e harp açmayı düşündüklerini yazıp duruyorlardı. Eflak’ta büyücek bir ordu, silah başında bulunuyordu.
Ne Vlad ne Yaksiç, İstanbul’dan korkmaya yer göremiyorlardı. Hatta Macarların Sırplarla, Bosnalılarla, Arnavutlarla yaptıkları el ve dil birliğini canlı bir akış hâline koymak, Venediklileri de Türklere karşı harekete geçirmek için ilk adımı atmayı kendileri için bir borç tanıyorlardı. Eflak’tan İstanbul’a doğru atılacak bir tükürüğün Balkanlar’da bir tufan yaratacağına inanıyorlardı.
İşte bu inanla yüreklerinde korkuya yer vermediler, korkunç bir plan çizdiler. Çakırcı Hamza Paşa’dan gelecek haberi beklemeye koyuldular. İstanbul’dan gelen jurnalin doğruluğunu gösteren bu haberin gelmesi çok gecikmedi ve bir gün Vidin valisinin mektubunu taşıyan bir ulak Bükreş sarayında boy gösterdi.
Mektup, yazdığımız düzene uygun bir davet getiriyordu. Vlad, böyle bir çağırışın kendisi için büyük bir şeref olduğunu söyledi, hemen teşekkürlü bir cevap yazdı, ulağa da bol ikramlar yaptı, paralar ve kumaşlar verdi, sevindirerek geri yolladı.
İki taraf ta artık sevinç içindeydi, Yunus Bey -voyvodanın cevabı gelir gelmez- İstanbul’a tatarlar8 çıkarmıştı, saraya müjdeler uçurmuştu. Onun inanışına ve yazışına göre Vlad, çantada keklik gibi bir şeydi. Bu kekliğin -kebap edilmek üzere- İstanbul’a yollanması bir gün işi oluyordu.
Vlad’la Yaksiç de sevinçlerinden zil takıp oynuyorlardı. Bunların taşıdığı kanaate göre de Çakırcı Hamza Paşa ile yanındaki saray kâtibinin yakalanması, pınar başında su içmek kadar kolaydı, bu hadiseden bütün Balkanlar’ı ayaklandıracak sarsıntılar kopması da enikonu elle tutulacak kertede olgun bir hakikatti.
İşte bu vaziyette Çakırcı Hamza Paşa, göz kamaştırıcı bir alayla Vidin’den çıktı, Tuna üzerinde yukarıya doğru bir gezi yaptıktan sonra geri döndü, Kalafat noktasında karşı yakaya geçti, çadır kurdu, avlanmaya başladı. Bükreş sarayıyla yaptıkları anlaşmaya bakılırsa Voyvoda Vlad da oraya gelecekti, kendisiyle birleşecekti.
Bir gün, iki gün, hatta üç gün geçti. Vlad’dan bir haber çıkmadı, bir iz belirmedi. Çakırcı Hamza Paşa da sinirlenmeye başladı. Ne o ne Yunus Bey, voyvodanın kurulan düzeni sezinsemiş olmasından kuşkuya düşmüyorlardı. Yalnız herifin bu görüşmeyi, herhangi bir mülahaza ile kendi için yersiz bularak Kalafat taraflarına gelmekten vazgeçmiş olmasından korkuyorlardı. Böyle bir şey, Fatih Sultan Mehmet’e karşı kendilerini çok küçük düşürecekti, kellelerinin bile bu durumda düşmesine imkân vardı.
Fakat bir gün Bükreş yolundan bir kalabalık göründü, Çakırcı ile Yunus’un da yüzü güldü. Gelenler bir aşçı ve bir saz takımıyla birkaç boyardan, bir iki katar katır yükü yiyecek, içecekten ibaret olup başlarında Demitriyos Yaksiç bulunuyordu.
Genç Macar, terbiyeli ve keskin duygulu finolar gibi yaltaklanarak, tatlı diller dökerek voyvodanın saygılarını, selamlarını Vidin valisine bildirdikten sonra efendisinin İstanbul’a gönderilecek delikanlıları ve on bin altın vergiyi yanına alıp gelmek üzere bulunduğunu, kendisinin ilk peşkeşleri getirmek ödeviyle yollandığını anlattı, Çakırcı’ya ve Yunus Bey’e hayli değer taşır armağanlar sundu. Aynı zamanda voyvoda gelinceye kadar onları konuklamaya memur edildiğini söyleyerek hemen mutfak çadırları kurdurdu, kazanlar sıralattı, bir düzine aşçıyı çalıştırmaya koyuldu.
Artık Çakırcı Paşa memnundu, Yunus Bey geniş bir nefes alarak çadırında yan gelip uzanmıştı, şu Vlad işini başardıktan sonra bir yolunu bulup Eflak voyvodalığına geçmek kuruntusuyla beynini yelpazeliyordu.
Yaksiç’in, oraya gelir gelmez ayağının tozuyla kurduğu sofra, gerçekten ağız sulandıracak bir biçimdeydi. Ta Macaristan bahçelerinden devşirilmiş çeşit çeşit yemişler, Kıbrıs malı şaraplar, lezzetleri kokularında uçuşan yemekler, ilk bakışta en ölgün iştihaları şahlandıracak bir güzellik taşıyorlardı.
Çakırcı Hamza’yı obur ve çok obur bir duruma düşüren, sofranın pek nefis oluşundan ziyade sofracıların seçkinliği idi. İkinci Sultan Murat’ın şerbetçiliğinden yetişmiş olan Hamza Paşa, ne Edirne ne de İstanbul sarayında bu biçimde sofracılar görmemişti. Vlad, gerçekten zevk ehli olduğunu yalnız bu genç hizmetçileri giydirişiyle belli etmiş oluyordu. Koca voyvoda, Eflak topraklarına adım atan Vidin valisine hizmet için sofracı değil, Tuna kıyılarında bir gönül karışıklığı yaratmak için sanki canlı bir ebemkuşağı (kavsikuzah)9 yollamıştı.
Çakırcı Paşa’yı, her şeyden artık, işte bu ebemkuşağı oyalıyordu. Kuşağın çizgileri demek olan her uşak, bir başka biçimde giyinmişti. Kimisi Hint alacasından kimi Mirza boğasından kapama taşıyor ve şal kuşak kuşanıyordu. Bir kısmı Kırım kesimi beyaz gömlek giymiş ve som sırma kuşak takmıştı. Süt mavisi bezden yelek, Venedik kadifesinden üstlük giyenler bu alaca kümeye başka bir renk veriyorlardı. Bunların hepsi çakşırsızdı, gömleklerinin yırtmaçları da hayli uzun olup altın kopça ile ilikli bulunuyordu. Fakat bu düğmeler, uşakların yürüyüşleri sırasında gümüş topukların pırıldamasına engel olmuyordu.
Bu manzaraya kıvrak ırlayışlarla kulaklarda tatlı bir sarhoşluk yaratan usta çalgıcıların hünerini de katarsak Çakırcı Paşa’nın durumunu biraz daha canlı olarak göstermiş oluruz.
Vidin valisi işte bu dekor içinde içti, yedi, içti, yedi, gece yarısına kadar sofra başında kaldı. Voyvodayı, Eflak işlerini, Fatih Sultan Mehmet’i ve her şeyi hemen hemen unutmuştu. Kanmadan, kanamadan şarap içiyordu; doymadan, doyamadan çerez yiyordu; durmadan, duramadan gümüş topuk seyrediyordu.
Yunus Bey’in de ondan aşağı kalır yeri yoktu. Sinir pekliği, mide sağlamlığı bakımından Hamza Paşa’ya göre pek cılız olduğu için küngürlemesi10 de daha çabuk olmuştu. Gece yarısından biraz sonra Çakırcı Paşa’nın da çelik sinirleri yumuşadı, obur midesi şişti ve gözleri kapandı. Artık gümüş topukları düşte görüyordu ve yıkıldığı yerde bozuk düzen şarkılar sayıklıyordu. Canlı ebemkuşağını sihirbaz gibi ince ve sezilmez bir ustalıkla saatlerden beri fırıl fırıl çeviren, Çakırcı ile Yunus Bey’i bir yığın salyalı et hâline getiren Demitriyos Yaksiç, otağ dışında da aynı şeyi yaptırmış, Vidin’den Kalafat’a geçen irili ufaklı bütün paşa takımını çadırlarında, ahır çergelerinde sızdırıp bırakmıştı.
Çakırcı ile Yunus’un haykırmakla değil, kamçılanmakla da gözlerini açamayacak bir durumda olduklarını gören genç Macar, oraya geldi geleli takındığı finoluğu birden bıraktı, dört yana sert sert emirler vermeye koyuldu ve kısa bir zaman içinde Vidin valisini de adamlarını da bağlattı, katırlara yükletti, ölü götürür