M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

gelmemişse bu çukurdan da kurtuluruz, fakat gördüklerimizi unutmayalım!”

      “Ölsek unutmayız ağa!”

      Bu sırada Yaksiç, elli tane keçi getirtmişti ve bunların her birini oderileri yüzülmüş ayaklara yanaştırmıştı, akan kanları yalatıyordu. Vlad, bu manzaranın tadıyla geviş getirmekle beraber ortada bir eksiklik olduğunu da sezdi, bağırdı:

      “Heriflerin tabanlarına tuz sürmeyi unuttunuz. Kan tuzludur ama keçiyi iştahlandırmaz!”

      Yaksiç, “Haklısınız asaletmeap!” dedikten sonra tuz getirtti, kanayan yaralara bol bol sürdürdü. Aç ve susuz bırakılmış olan keçiler, şimdi büsbütün şevke gelmişlerdi, harıl harıl o kanlı ayakları yalıyorlardı. Fakat Türkler, yaralarına tuz ekilen o elli kişi gene sessizliklerini bozmuyorlardı, bu alçakça oyunu -kendileriyle ilgili değilmiş gibi- seyrediyorlardı.

      Yaksiç, beş on dakika bu kümenin başında durdu, sonra ikinci kümeye geçti, oradaki Türkleri birer et tahtası önüne sürükletti, kafalarını o tahta üstünde kestirdi ve ardından cesetleri doğratmaya başladı. İki düzine Türk, Bükreş’in en usta kasapları tarafından kıymalanıyordu.

      Bu iş bitince yığılan etler, kemikler kucak kucak taşındı, büyücek tencerelere kondu, pişirilmeye girişildi. Yaksiç hem bu vahşi aşçılığı yaptırıyordu hem voyvodaya sebebini anlatıyordu.

      “Vidin valisi dostunuz acıkmıştır. Henüz sağ kalan şu adamların da mideleri boştur, kendilerini doyurmak istiyorum.”

      Çakırcı Hamza Paşa, bu sahneye dayanamadı, yanındaki Yunus Bey’in dilmaçlığıyla12 voyvodaya bir hakikat haykırdı:

      “Boşuna yoruluyorsunuz. Şu pişirdiğiniz aştan tek bir lokmayı ne bana ne yoldaşlarıma yediremezsiniz. Ölürüz, bu zehri yutmayız!”

      Ne Vlad ne Yaksiç bu haykırışa cevap vermedi. Onların durumlarında “Görürüz!” diyen güvenli bir anlam vardı. Türk’e Türk eti yedirmek kuruntusuyla dirilen bir zevk geçiriyorlardı. Bir aralık Vlad, dayanamadı; “Etler…” dedi. “Pişmiştir. Biraz çiy de olsa zararı yok. Tencereleri indirt de herifleri doyur!”

      Fakat bu iş, ayakların derisini yüzdürmek kadar kolay olmadı. Hiçbir tutsak, ağzına sokulmak istenen et parçasını almıyordu. Sille, yumruk değil kamçı ve topuz da gösterilen inadı kıramıyordu. Zevkinin sarsıldığını gören Vlad, tutsakları korkutarak bu etleri yedirmek için birkaç tanesinin bütün dişlerinin sökülmesine emir verdi ve gelişigüzel seçilen birkaç Türk’ün ağızları zorla açılarak inci gibi düzgün, taş kıracak kadar sağlam dişleri kerpetenle söküldü. Lakin bu vahşilik de fayda vermedi. Ne onlar ne de dişleri sökülmeyenler, erce davranmaktan vazgeçmediler, ağızlarına tek bir lokma sokturmadılar.

      Bunun üzerine voyvoda o perdeyi kapattı, yarı pişirilmiş etleri köpeklere dağıttırdı, dişleri sökülen Türkleri de aç domuzlarla dolu bir ağıla attırdı, parçalattı.

      Şimdi sıra gene Yaksiç’teydi. O, başka bir kümedeki tutsakların bütün oynak yerlerini ayrı ayrı kırdırtmaya başlamıştı. Parmaklardan başlayan bu operasyon bel kemiklerindeki her halkanın ayrıca kırılmasıyla bitiyordu ve bu işkenceye uğrayanlar birer yığın hâline geliyordu.

      Yaksiç, oyuna biraz da komedi çeşnisi vermek için kımıldanmalarına imkân olmayan o zavallılara yürümelerini, Çakırcı Hamza’nın önünde eğilmelerini emrediyordu. Yerlerinden kalkamayan kurbanlar, zorla ve kollarına girilerek ayağa dikiliyorlar ve bırakılır bırakılmaz gene düştükleri için kahkahalarla alkışlanıyorlardı.

      Onlardan birtakımı bu kaldırılıp bırakılma sırasında ölmüşlerdi. Cellatlar, gene koltuklayıp bırakmaktan geri kalmıyorlardı. Vlad, bir hayli zaman bu manzarayı seyrettikten sonra yeni bir oyuna başlanılmasını istedi, Yaksiç de “Eh canlı sahne başlıyor!” diyerek Kara Murat’la Mustafa’yı ortaya getirtti.

      Saatlerden beri çeşit çeşit kanlı sahneler seyreden iki kardeş küçük bir sendeleyiş göstermeden sürüklendikleri yere gelmişlerdi. Yüzlerinde ne solukluk vardı ne bozukluk. Yalnız kaşları çatıktı ve bu çatıklık onların gözlerinde yanan kıvılcımlara daha başka bir canlılık getiriyordu.

      Demitriyos Yaksiç, üst üste yığılıp bu yapılan korkunç işleri titreye titreye seyretmekte olan halkın işiteceği bir sesle ilkin bir söylev verdi:

      “Şu adam…” dedi. “Bir akıncıdır. Birdenbire içiniz titredi, değil mi? Hayır! Korkmayınız, titremeyiniz. Akıncılar atlarına, palalarına güvenip hepimizi korkutmaya alışmışlarsa da önünüzde duran adam yayadır, belinden silahı alınmıştır. Artık Dalila’nın elinde kalan Samsun’dan ayırt edilir yeri yoktur. Ne kımıldanabilir ne saldırabilir. Burada ölmeye, sizi güldüre güldüre ölmeye mahkûmdur. Onun için korkmadan boyuna bosuna, gözüne kaşına bakabilirsiniz. Fakat benim onu size göstermekten asıl maksadım, bir akıncının bile muhterem voyvodamız gibi keskin zekâlı bir kahramana mağlup olabileceğini söylemek, aynı zamanda akıncıların en büyük zevk tanıdıkları tatlı bir ölümden şu adamı mahrum etmekten duyduğum bahtiyarlığı anlatmaktır. Akıncılar kendilerinin at sırtında doğup gene at sırtında öleceklerine inanırlar. Bu ne demektir, bilir misiniz? Bütün yeryüzünü kendilerinin beşiği ve mezarı saymaktır. Rüzgârların nasıl sınırı yoksa ve diledikleri gibi sağda solda esip dururlarsa akıncılar da sınır filan tanımazlar, bugün batıda iseler yarın doğuda dolaşmakta kendilerini özgür tanırlar. Her akıncı, kendinin sönmez bir şimşek olduğuna inan taşır. Şimşeğin şanı ele avuca sığmamaktadır. Akıncı da ne ağa ne tuzağa düşmeyeceğini sanır. Biz, şu akıncıyı ele geçirmekle bir rüzgârı yakalamış, bir şimşeği iple bağlamış oluyoruz. Siz de şimdi muhterem voyvodamızın rüzgârları nasıl kamçıladığını, şimşekleri nasıl ateşe attığını göreceksiniz. Ne dedeleriniz ne komşu milletlerin ataları böyle bir sahne görmedi. Onun için siz sonsuz bir kıvanç duyabilirsiniz ve bu hakkınızdır. Şu akıncıya gelince: O, belki at sırtında doğdu, fakat at üstünde ölmeyecektir. Kendisine her şeyden ziyade bu ummadığı ölüm acı verecektir. Bununla beraber biz ona başka acılar da tattıracağız.”

      İpe bağlı bir akıncı, orada toplanan halka gerçekten inanılmaz bir şey gibi görünüyordu. Bütün Avrupa için akıncı, rüyalarda görünen korkunç ejderhaların, insan kılığına bürünmüş devlerin atlı, palalı ve Türk börkü giyen canlı bir örneğinden başka bir şey değildi. Onların Türkçe konuşmalarına, Türk olduklarının söylenegelmesine rağmen Türk’ten başka bir mahluk oldukları zannolunurdu. Çünkü alışveriş yapan Türk, hak yerlerinde veya başka kuramlarda görünen Türk, hatta harp alanlarında rastlanan Türk çelebi kişi idi. Sert, fakat dürüst olan bu Türklerle akıncılar arasında büyük bir ayrılık vardı. Türk gönül almayı, okşamayı, düşmüşlere el uzatmayı, ezileni korumak için ezilmeyi göze almayı bilen bir centilmen milletti. Akıncının yüzü kalkan, dili kılıç, eli mızraktı. Yalnız boyun eğdirmek ister ve eğilmeyen boyunları koparıp geçerdi.

      Böyle tanılan ve adlarından bile korkulan akıncılardan birinin yakalanmış olmasını duymak, hele onun cezalandırılacağını işitmek herkesin kulağında bir masal tesiri yapmıştı, bütün gözlerde bir inanmazlık gölgesi belirmişti. İpe sarılmış bir kayaya benzeyen şu adamın bir akıncı olmasını mümkün görüyorlardı. Çünkü yapılışında ancak akıncılara yakışan bir başkalık vardı. İp içinde bile zincire sarılı büyük bir parça çelik gibi incinmez, hırpalanmaz görünüyordu. Lakin onun yok edilebileceğine inanan yoktu. Bu koca kütle çeliği hangi ateşte eritebilirlerdi