M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

dediği gibi, Tuna kıyılarında ileriye doğru yürüyüşe girişildikten üç gün sonra başlayan gece, bütün Türk ordusu çadırlarına çekilmişti. Yalnız akıncılar, kendi kanunlarına göre davranarak atlarının yanı başlarında uzanmışlardı, açıkta uyuyorlardı. Fakat ordunun mola tertibi o gece için değiştirilmişe benziyordu. Ağırlıkların gerilerde bulundurulması âdetken bu gece onlar öne geçirilmişti. Develer, öküzler, mandalar da ağırlıklarla beraberdi, ordudan hayli ileride bulunuyorlardı.

      Fatih’in, gün battıktan sonra verdiği bir emir üzerine bütün ateşler söndürülmüştü. Çadırlarda ne mum ne çıra yanıyordu. Mehtap da olmadığı için o büyük ordu, ovanın üstünde hemen hemen belirsizleşmişti. Uzaktan bakılınca toprağın yer yer kabarmış, düzlüğünü kaybetmiş olduğuna inanılırdı. Bu engin kabarıklıktan, karmakarışık girintiler, çıkıntılardan başka göze bir şey çarpmıyordu.

      Vlad, işte bu derin sessizlik içinde hırsızlama bir şeref elde etmek, uykuda yakalayacağı Türk ordusunun dalgınlığından istifade ederek bir zafer çalmak istiyordu. Fatih’in askerlerini konaklattığı yerden iki saat kadar uzakta ve balta değmemiş bir orman içinde pusu kurmuştu, bekliyordu. Baskın için seçtiği gecenin başlamasıyla beraber o da subaylarını, boyarlarını topladı. Vidin valisini ne kadar kolaylıkla ele geçirdiğini anlatarak Osmanlı sultanının da o biçimde avlanacağını söyledi, bu zaferden Hristiyanlık âleminin nasıl kıvanç duyacağını uzun uzun hikâye etti ve gece yarısından iki saat önce yürüyüş emrini verdi.

      Arkada, gene orman önünde bir alay asker bırakmıştı ve bunlar, baskına girmekten kaçınarak geriye dönecekleri yakalayıp kazıklamaya memur edilmişlerdi.

      Yaksiç, Vlad’ın yanındaydı, en önde ve atbaşı beraber yürüyorlardı. İkisi de neşeli görünüyorlardı, yakalanacak Türklerin, hele Fatih’in ne biçim öldürülmesi kendi şereflerine uygun düşebileceği hakkında münakaşalar yapıyorlardı.

      Fakat orman uzaklaşıp Türk karargâhı yakınlaştıkça onların ve hele Vlad’ın neşesi azalmaya yüz tuttu, yüzü ekşidi, ağzı kapandı. İlk safta saldıracak süvarilerin, önceden kararlaştığı üzere, Türklerin sezilmeye başladığı bir yerde durarak atlarının ayaklarına -ses çıkarmasın diye- keçe sarmalarından ve saldırışa hazırlanmalarından sonra ise voyvodada yaman bir telaş yüz gösterdi, atını yürütmez bir hâle geldi. Yaksiç, tehlike yaklaştıkça sıfırı tüketmek alametleri gösteren voyvoda ile için için eğleniyordu. Artık planının en nazik safhası başlıyordu ve ateşte yakılan dört yüz Macar delikanlısının öcü alınmak üzere bulunuyordu. O ümitle derin bir heyecana kapılan Yaksiç, felakete mahkûm ettiği adamı, şu son demde elden kaçırmamak kaygısıyla da kıvranıyordu. Onun telaşını görünce ileriye gitmekten vazgeçmesinden korktu, böyle bir ihtimalin önünü almak için ortaya bir fikir attı:

      “Bakın…” dedi. “Başlamak üzere asaletmeap. İsterseniz siz burada durun, askerinizi ileri saldırın!”

      Türklerden oldukça uzakta kalmayı hatırlatan bu sözün tadı, Vlad’ın kulağına değil, ruhuna yayıldı. “Çok doğru söyledin yavrum.” diyerek hemen atın başını çekti, kendi özel bölüğünden başka bütün askerlerini ileri geçirdi, “hücum” emrini verdi. O ve Yaksiç, bulundukları yerde “zafer” müjdesini bekleyecekler ve bu gecikirse geriye atılacaklardı.

      Genç Macar, yapılan baskının Eflaklılar için ölüm olacağını kestiriyordu ve bozgun başlayıp da kendileri de kaçmaya yüz tutunca -bir sıra düşürerek- voyvodanın atını, söz gelimi bir kılıç darbesiyle hareketten alıkoymayı ve herifi arkadan gelecek Türklere tutturmayı tasarlıyordu. Bunu beceremezse eskiden düşündüğü gibi hareket edecekti, cellat Vlad’ı Macaristan’da kafese sokacaktı.

      Bununla beraber heyecan içindeydi, üç bin metre ileride başlayan boğuşmanın sonunu merak ediyordu. Arkalarında hazırlanan kazıklardan kurtulmak için Türk yatağanına boyun uzatmayı göze alan büyük bir fırka Ulah, nihayet Türk karargâhına ulaşmışlardı, gözlerini saran kara ve derin bir ıssızlıktan şevke gelerek dalkılıç ileri atılmışlardı. Karşılarında ne kılıç ne mızrak yoktu. Bu onların yürek pekliğini arttırıyordu, bileklerini biraz daha kuvvetlendiriyordu ve keskin kılıçlara kolay bir işleyiş veriyordu.

      Fakat karanlıkta durmadan işleyen kılıçların yarattığı ses, bir böğürme ve kişnemeden ibaretti. Ortada kolu düşen, budu parçalanan, yüreği delinen insanların çıkardığı inilti yoktu. Göz kızgınlığı ile ilkin bu tuhaflığın farkında olmayan baskıncılar biraz sonra atlardan yuvarlanmaya, boynuz veya çifte yemeye başlayınca Türk askerine değil, develere ve öküzlere baskın yaptıklarını anladılar, dört yana dönerek bu çıkmazdan kurtulmaya savaşır oldular. Rahatsız edilen obinlerce hayvan böğürerek, öğürerek dolaşıyorlardı, önlerine rast gelen baskıncıyı ısırıyorlardı, boynuzluyorlardı, çifteliyorlardı.

      Bu kargaşalık sırasında Türk çadırları birden aydınlanmıştı, binlerce meşale gecenin karanlığını yırtarak iki tarafı birbirine göstermişti. Uykuda sanılan Türklerin ayakta ve hücuma hazır vaziyette görünmeleri baskıncıları büsbütün şaşırttığından hemen hepsi selameti kaçmakta arıyordu. Göz önündeki kılıç, uzaktaki kazıktan daha korkunçtu. Bundan ötürü de kaçmak, hiç durmadan kaçmak isteniliyordu.

      Fakat bir akıncı fırkası, Mihal oğlu Ali’nin kumanda ettiği fırka, küreyi sessiz, gürültüsüz sarıveren bir gece gibi, o karanlıkta baskıncıları çevirmişti. Yeniçeriler de yatağanları ve palaları sıyırarak, ağırlıkları aşarak ilerliyorlardı. Kurtuluş güçtü, belki de mümkün değildi.

      Durumun böyle bir biçim aldığını, kapana tutulan Eflaklıların çok gerilere yetişen vaveylalarından anlayan Vlad, saçını başını yolmaya başlamıştı. Gözyaşları içinde Yaksiç’e yalvarıyordu:

      “Kaçalım, durmadan kaçalım!”

      Aynı zamanda bir elinde pala, bir elinde meşale olduğu hâlde Eflaklılar arasında dört yana at koşturan bir genç, bizim küçük Mustafa, her yeniçeriye, her akıncıya şu dileği haykırıyordu:

      “Voyvodayı bulan öldürmesin, Allah aşkına öldürmesin! Çünkü onunla görülecek hesabım var!”

      Küçük akıncı, eli kolu bağlı adamları ateşe atan, şişte çeviren, kazığa vuran Vlad’ın, kendi ordusu başında bulunacak kadar cesur olduğunu sanıyordu ve bu sanışla fırıl fırıl dönerek düşmanını arıyordu. Hâlbuki atı alan Üsküdar’ı geçmek üzere bulunuyordu.

      Gün doğarken baskıncıların işi bitmişti, ortada küme küme cesetten başka bir şey kalmamıştı. Fakat ne hünkâr ne de küçük Mustafa, bu gece savaşının sonucundan memnun değillerdi. Çünkü Vlad ele geçmemişti ve onun baskına iştirak etmeyerek geride kaldığı anlaşılmıştı. Bu durumda yapılacak tek bir iş vardı: Kovalamak. Hünkâr hemen emir verdi, bir akıncı fırkası ileriye atıldı, tozu dumana katarak, mesafeleri nal gürültüsü içinde silik ve sezinmez bir biçime sokarak Eflak topraklarına yayıldı. Dağları aştı, ovaları dolaştı, Moldavya sınırına kadar ulaştı, Vlad’ı bulamadı. Çünkü o, at üstünde at değiştirerek Macar toprağına can atmıştı, bir köye sığınıp Kral Matyas Korven’e kâğıt yollamıştı, yana yakıla başına geleni anlatarak yine yardım dileniyordu.

      Fatih, Bükreş’in ilerisine kadar ordusuyla yürüdükten sonra akıncıların dönüşünü bekledi ve Vlad’ın kaçıp kurtulduğu haberini alarak son derece üzüldü.

      Hele küçük Mustafa’nın dönen akıncılar arasında bulunmaması büsbütün canını sıktı, geriye dönme emrini