M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

Laybahlılar ilk defa olarak Türk görüyorlardı. Gerçi beş yüz kilometrelik dağlı, ırmaklı ve sarp geçitli bir yolu ileriye ses duyurtmadan aşmış olan şu atlılar, onların umduğu biçimde çıkmamıştı. Türk de bilinen ve tanılan insanlar gibiydi. Orta Çağ masallarında yaşatılan şövalyeler kadar bile insanlıktan dışarı bir şekil taşımıyorlardı, hele korkunç denecek hiçbir tarafları yoktu.

      Fakat bu tabiilik içinde yine bir başkalık vardı. Söz gelimi at üstünde oturuşları göz almaktan geri kalmıyordu. Bu, ne bir oturuş ne bir duruştu. At sırtında bir yarım ehramın yer alması gibi bir şeydi. Ondan ötürü de bin atlı bin yarım ehramın sıralanmasını andırarak göz kamaştırıyordu. Sonra bir yay gibi kıvrılarak kasıklara dayanan kollarda bir erkek belini iki kere saracak kadar genişlik seziliyordu. Kadınların bakışını yakan da işte bu çelik yaylardı. Hemen her kadın, kendi bellerini belki üç kere sarabileceğine inanıverdikleri bu kolların asılı durduğu vücutlarda dolaşan kanın coşkunluğunu düşünüyor ve garip bir sersemliğe düşüyordu.

      İşte bu durumda akıncılar arasından biri ilerledi, Almanca haykırdı:

      “Burada niçin toplandınız?”

      Başpapaz cübbesinin önünü kavuşturarak koştu, yeri öpecek kadar eğildi:

      “Sizi karşılamaya geldik. Laybah, candan bir dost gibi size kucak açıyor.”

      “İyi davranıyorsunuz, keşiş efendi. Çünkü biz, bize açılmayan kolları koparmayı bilen adamlarız. Rodofsvert, Nöstatadel, İg, Hoflayn bunu sınadılar, yanıp kül oldular. Senin gibi düşünmeyen keşişler de haçın kılıca dayanamayacağını Sitiç Manastırı’nda denediler, yok olup gittiler.27 Laybah, akıllı çıktı, yanmaktan kurtulmak yolunu buldu.”

      “Teşekkür ederim asilzadem. Bize canımızı bağışlamakla yüreğimizi kazanıyorsunuz.”

      “Fakat biz, yorgunluğumuzun boşa gitmesini de istemeyiz. Kılıfında kalan akıncı palası pas tutar. O pası silmek için bizi isteklendirmelisiniz.”

      “Ne yapmaklığımızı istiyorsunuz, asilzadem? İşte bütün Laybahlılar önünüzde. Dilerseniz hepsini götürün, dilerseniz bırakın. Biz, emrinize bağlıyız.”

      “Biz, boyunlarına kefen sarıp ayağımıza düşenleri tutsak yapmayız. Laybahlıların mallarına da ilişmeyiz. Yalnız kimsenin olmayan veya şunun bunun elinde kalan malları alacağız…”

      Başpapaz, kendi kadar düzgün Almanca konuşan bu heybetli Türk’ün ne dediğini anlamadı, sormaya da girişemedi, bön bön bakınmaya ve yutkunmaya koyuldu. Akıncı, karşısındaki adamın neden alıklaştığını sezdi, fikrini açtı:

      “Laybah’ta mademki keşiş var, kilise de var demektir. Kilise, taştan veya ağaçtan bir sülüktür. Onun dili çan, emen hortumu da keşiştir. Bu dil durmadan homurdanır, o hortum doymadan emer. Biz, zavallı halktan emilen kanı bu sülüklere kusturmak isteriz.”

      Başpapaz, iliğine kadar işleyen mal acısıyla ne dediğini bilmeyerek kekeledi:

      “Halka ilişmeyip kiliseleri mi soyacaksınız?”

      O kekelemesini henüz bitirmişti ki, akıncının yüzü bir buluta döndü ve dudaklarında bir gürleme belirdi:

      “Soymak mı dedin soysuz, soymak mı dedin? Akıncı mal mı uğrular28 teres?..”

      Ve papazı yakalayarak göğsünün hizasına kadar kaldırdı, boş bir çuval silker gibi hızlı hızlı salladı, sonra yere fırlatıp attı.

      “Elindeki haç…” dedi. “Ya kılıç ya bıçak olmalıydı. O vakit dilini keserdim, parça parça sana yuttururdum! Sen de soymak nedir, soygun nedir, soyucu kimdir, anlamış olurdun!”

      Başpapazın dili tutulmuştu, dizleri tutmaz olmuştu. Birkaç kemiği de belki kırıktı. Düştüğü yerde kıvranıp duruyordu. Almanca konuşan akıncı onunla ilgili görünmedi, atını biraz daha ileri sürdü, bütün Laybahlıların işiteceği bir sesle şunları söyledi:

      “Bizi buralara getiren Kropa kontlarıdır. Biz Türklerde kont, dük, baron filan yoktur. Her Türk kendi evinin hünkârıdır ve birbirinin hizmetkârıdır. Lakin sizin bir sürü efendileriniz var. Kropa kontları da onlardan. Bu efendileriniz yine kendileri gibi halkın sırtından geçinen Frankipan kontları ile geçinemiyorlarmış, boğazlaşıp duruyorlarmış. Bize kâğıt ve adam yolladılar, buraları altüst etmekliğimizi dilediler. Çiftlik sahibi kendi korularında kuş, kendi sularında balık avlamaya izin verdikten sonra bunu fırsat saymamak alıklık olur, değil mi? Biz de alık sayılmamak için atlandık, Laybah’a kadar geldik.”29

      Dükleri, baronları, kontları anarken uşakları, seyisleri dile alıyormuş gibi davranan, her Türk’ün bir hükümdar olduğunu söyleyen bu akıncı, başpapazı sırmalı cübbesi içinde tavşan ölüsüne çeviren bu adam, bütün Laybahlıların gözünde bir tanrı ululuğu alıvermişti. Çünkü bir dük, bir baron, bir kont, Allah’la insan arasında bir şeydi. Orta Çağ Avrupa’sında söz onlarındı, hüküm onlarındı, keyif onlarındı. Dük, baron ve şövalye olmayan bir Avrupalı nihayet bir köle olup, doğduğu günden ölüp kurtulduğu güne kadar sırtından asilzade kamçısı eksik olmazdı, bütün ömrü bir şatoyu şenlendirmek için didinmekle geçerdi. Yine bir Orta Çağ Avrupalısının yeryüzünde hiçbir hakkı, hatta sevmek hakkı yoktu. Onlar gerçi evlenirlerdi. Lakin aldıkları kadınların yalnız nikâhı kendi boyunlarında kalıp kolları asilzadelerin omuzlarında halkalanırdı. Bir dük, bir baron, asil olmayan herhangi bir yurttaşının ağzına bir dilim taze ekmek vermekte çok cimri davranırdı. Fakat aç ve çıplak yaşattığı o yurttaşa birkaç piç tedarik etmekte çok cömert hareket ederdi.

      Şu akıncı işte bu asilzadeleri anarken tükürür gibi kelime kullanıyordu. Yalnız bu kadarla da kalmıyordu. Asaleti kutsileştiren, asilzadeyi yücelten kiliseyi de yumruklayabiliyordu. Kilise ve asalet evlenmiş, birbiriyle içli dışlı olmuş bir çift gibiydi. Papaz, asilin Allah’a yakınlığını söyler, asilzade de papazın göbek yapmasına, ense şişirmesine yardım ederdi. Haçla kılıcın el ele vermesinden kilisenin egemenliği, asaletin efendiliği doğmuştu ve halk bu içtimai piçlenmeyi kutlulamak için iki kapıya bağlı köle durumuna girmişti. Şimdi bir akıncı, bütün Avrupa’da kölelik yaşatan kiliseyi sülük olarak tarif ediyordu. Bu, Allah namına çan çalan kiliseden daha kudretli olmak demekti.

      Halk, Almanca konuşan Türk’ü dinlerken böyle düşünüyordu ve çanları susturan bu sesteki ululuğa karşı içten gelen bir saygı ile diz çökmeye hazırlanıyordu. Akıncının kısa bir ara verdikten sonra gene söze başlaması, hazırlanan secdeyi yarım bıraktırdı ve kulaklar, gene ocesur ağıza dikildi.

      “Evet, Laybahlılar! Biz buraya çağırıldığımız için geldik. Bir kez yola çıkmış bulununca atlarımızın dizginini bırakıvermemek elimizden gelmezdi. Onun için buralara kadar ulaştık. Eğer kapılarınızı kapalı bulsaydık, yuvalarınızı başınıza yıkardık. Bizi selamlamaya çıktığınız için canınıza, malınıza ilişmeyeceğiz. Yalnız kiliselerinizde ne varsa alıp götüreceğiz. Çünkü papazların topladığı altınlar, gümüşler, uğrulanmış mallardır. Onları Tanrı adına alıyorlar. Hâlbuki Tanrı ne yer ne içer. Bizim bildiğimize göre altın, gümüş de kullanmaz.

      Demek ki keşişler yalan söylüyorlar, sizi dolandırıyorlar. Biz akıncılar haramilik, yolkesenlik, dolandırıcılık, uğruluk edenleri de uslandırmayı, şundan bundan çalınanları onların ellerinden almayı borç biliriz. Böyle yapmakla o gibilerin bir daha bu işi işlemesinin