M. Turhan Tan

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı


Скачать книгу

seksenlik bir Ravb Ritter şövalyesi olup sokağa çıkmadığını, kimse ile görüşmediğini, yanında bulunanları da mahpus gibi yaşattığını öğrendi.

      Mustafa, enikonu meraka düşmüştü. Kendini ve çoluğunu, çocuğunu hapseden, Laybah’ta Türk akıncıları dolaşırken ve onlardan dört beş tanesi kapısı önüne gelmişken küçük bir hayat eseri göstermeyen şu ihtiyar şövalyeyi görmek, onunla görüşmek istiyordu. Bu merakla öğrendiklerini genişletmek istedi, komşulara sordu:

      “Ravb Ritter nedir ki?..”

      “Şövalyelerin en azgınları. Bunlar komşu evlerinden tut da baron şatolarına kadar her yeri soyarlardı. Yol keserlerdi, köy basarlardı. Sonra da kollarını sallaya sallaya şehirlerde dolaşırlardı. Krallar, imparatorlar, uzun yıllar bunları tepelemeye çalıştılar, çok güçlükle köklerini kesebildiler. Baron Linden, onların artakalanlarından biridir. Babası, dedesi gibi yağmacılık yapamadığı için beş on yıldan beri dünyaya küsmüştür.”

      Mustafa, bu sözleri söyleyen Laybahlılara bir soru daha sordu:

      “Bu herif ne yer, ne içer?.. Evin içinde tarla olamaz ki, ekmeğini, ağıl bulunmaz ki sütünü, yağını çıkarsın; ona kim yiyecek götürür?”

      “Kendi gibi suratsız bir uşağı vardır, ayda bir sokağa çıkar, yüzünü kukuletasıyla örter, kimseyle konuşmaz, ne alacaksa alıp eve götürür. Otuz gün yine mahpus kalır.”

      Mustafa ben bu adamı mutlak görmeliyim, dedi ve kapıyı bir daha çaldı. Fakat açılmak şöyle dursun, bir ses bile duyulmadı. Bunun üzerine kapıya omzunu dayadı, zorlamaya koyuldu. Sağda, solda, Ravb Ritter’in kapısı önünde kümelenenler bu zorlayışı seyre koyulmuşlardı.

      Bütün Laybah, Baron Linden’in adını haç çıkararak anabilirdi. Onun mensup olduğu şövalye sınıfı değerini kaybetmiş olmakla beraber, Baron Linden, dillerde dolaşan işleriyle korkunç bir adam olmak şöhretini muhafaza ediyordu. O gece bütün şehri çırılçıplak sokaklara düşüren çan seslerine kulağını tıkayan, Türk akıncılarının gelişi gibi bir hadiseye karşı kayıtsız kalan bu adam, acaba kapısının zorlanması önünde ne yapacaktı?.. O, birçok evlerin damını çökertmişti. Şimdi kendi kapısı omuzlanıyordu.

      Orada toplananlar, biraz sonra belirecek hadisenin heyecanını taşımakla beraber yirmi yaşında bile görünmeyen şu iri boy Türk’ün omuz verdiği kapıyı koparıp koparamayacağını da alevli bir merak içinde düşünmekten geri kalamıyordu. Kapı, çok eski olmasına rağmen sağlam görünüyordu ve Baron Linden’in evini örttüğü için Laybahlılara biraz da tılsımlı geliyordu.

      Mustafa, kendinin omuzları üzerinde kümelenen gözlerin heyecanını sezmeden ve o heyecana değer vermeden yapmak istediği işi başarmaya savaşıyordu. Yanındaki akıncılar onun zevkini bozmamak istiyorlarmış gibi, yardıma koşmuyorlardı. Kollarını kavuşturarak uğraşmasını seyrediyorlardı. Yalnız onların bakışlarıyla kaldırımlarda kümelenen Laybahlıların bakışı arasında açık bir fark vardı. Akıncılar, beğenen ve haz alan bir bakış taşıyorlardı; berikiler merakla bakınıyorlardı.

      Mustafa düşüncesiz bir saldırışla omuzladığı kapının sertliğini sezer sezmez irkildi, belli belirsiz kızardı ve sonra bütün gücünü sağ omuzunda toplayarak kapıyı zorlamaya girişti. Onun bu hâlinde, kalın bir ağacı devirmeye çalışan bir fil yavrusunun didinişini andıran şen bir inat vardı. Öyle bir inat ki amaca eriş geciktikçe çoğalıyor, fakat şenliğinden bir zerre kaybetmiyordu.

      Gerilen boyun, şişen damarlar, sertleşen çehre, kuvvetin her biçiminde beliren güzelliklerden birer parça taşıyordu. Laybahlılar bu güzellikleri seziyorlar ve imrene imrene bakışıyorlardı. Bir aralık gözleri Mustafa’nın eğri bir durum alan ayaklarına kaydı ve toprağın bu ayaklar altında enikonu çukurlaştığı görüldü.

      Evet, toprak bu genç ayakları daha sağlam bir noktaya dayandırmak için açılıyor ve derinleşiyor gibiydi. Seyirciler, yerin bir çeşit yardımı andıran bu çöküşünü görünce, kolun ağacı yenmek üzere bulunduğuna şüphe etmez olmuşlardı ve bir kat daha heyecanlanmışlardı.

      Bu seziş, biraz sonra doğru çıktı. İlkin cılız bir çatırtıyı andırarak başlayan ahenksiz sesler hızla çoğaldı ve çok geçmeden ağır çatırtılar belirdi, sonunda kapı sallanmaya başladı. Baron Linden’in efsunlu bir mağara şöhretini taşıyan evine girmek artık bir dakikalık meselesiydi. Durumunu değiştirerek kapıyı sol omuzuyla telaşsızca zorlamaya girişen Mustafa, bu dakika işini de kökünden kesip attı, halkın alkışları arasında iki kanadı birden açılıveren kapıdan içeri girdi.

      Halk hem akıncılardan hem Baron Linden’den korkarak bulundukları yerde kalmışlardı, boyunlarını uzatarak evin içerisini görmeye savaşıyorlardı. Mustafa, dört yoldaşıyla küçük bir taşlığı geçmişti, önüne gelen merdiveni tırmanıyordu. Fakat aşağıda kimseler yoktu, yukarıdan da bir ses gelmiyordu.

      Koyu bir loşluk ve bu derin ıssızlık eve gerçekten bir zindan biçimi veriyordu. Yalnız bu zindan çok temizdi, taşlık pırıl pırıldı, merdivenlerde bir fiske toz yoktu. Hele yukarıda ilk karşılaşılan salon, hünerli bir elden çıkmış zarif bir kafese benziyordu. Lakin kuş yoktu, boştu. Venedik malı avizeler, ışıksız gözlerini bu boşluğa çevirmişlerdi, gamlı gamlı bakıyorlardı.

      Mustafa, salonu geçti, karşısına gelen sağlı sollu kapıları birer birer açıp içeri baktı. Yataklardan, dolaplardan, masalardan başka bir şey göremedi. Evin boşluğa terk olunduğuna inanmak üzere bulunuyordu, en dipteki kapıyı da açtıktan sonra geri dönmeyi tasarlıyordu. Bu düşünce ile arkadaşlarına döndü ve tabiatıyla Türkçe konuşarak şu sözleri söyledi:

      “Burada baron maron yok. Boş yere kapı omuzlamışız… Hele şu son odaya da bakalım da dönelim.”

      Yüksek sesle fikrini yoldaşlarına anlatmıştı, elini de kapının tokmağına koymuştu. Fakat tuttuğu tunç topuzcağızı henüz çevirmeden kapı kendiliğinden açıldı ve uzun boylu bir kadın göründü.

      Boş bulunacağı umulan odanın eşiğinde birdenbire beliren bu kadın, yüksek endamıyla ve o endama uygun düşen güzelliğiyle genç akıncıyı şaşırtmıştı, bir adım geri atmıştı. O billur yüz, koca evi saran boşluğu, ıssızlığı bir saniye içinde gidermiş gibiydi. Artık orada bir ışık, bir hayat vardı ve ansızın yüz gösteren bu berrak canlılık, Mustafa’yı da arkadaşlarını da belinletmişti.30

      Kadın, beş erkeği şaşırtan şeyin orada görünüşü değil, belki taşıdığı yüksek güzellik olduğunu anladığından belli belirsiz gülümsüyordu, aynı zamanda derin ve çok derin bir bakışla karşısında kümelenen yiğitleri süzüyordu. Kendinin aşıladığı tatlı şaşkınlık sanki geri veriliyormuş gibi, o da içinde, ta yüreğinin içinde bir sarsıntı sezmeye başlamıştı. Erkekleri ve hele Mustafa’yı pek güzel buluyordu, beğeniyordu, aç bir gözle ısıra ısıra seyrediyordu.

      Bununla beraber ağırlığını, o eve yakışan esrarlı vakarını kaybetmemişti. Hatta akıncılardan önce kendini toplamaktan da geri kalmadı, küçük bir reverans yaptı:

      “Buyurun muhterem şövalyeler!” dedi. “Baron cenapları sizi bekliyor!”

      Bu kelimeler onun ağzından kırık, fakat tatlı bir Türkçe ile çıkmıştı. Mustafa ile arkadaşları hoşlarına giden şu minimini ağzın kendi dillerini konuştuğunu görünce yeni baştan ve adamakıllı belinlemişlerdi, birbirlerine bakışmaya koyulmuşlardı. Laybah’ta Türkçe konuşan bir kadın onlara bir akıncı atının fil doğurması kadar aykırı