ileriye vardıkça tahsili lazım daha başka birçok şeyler bulunduğunu görüyordu. Nihayet Telgrafhane’de iki buçuk sene kadar kaldıktan ve fakat bu zamana kadar gerek Fransızcasını ve gerek ilimlerin başlangıcını gereği gibi öğrendikten sonra Avrupa’ya gönderilmesi için babasına yalvarmaya başladı.
Bu konuda Demir Bey’e yalvarmak lazım mı? Adamcağızın elinden gelse ihtimal ki daha çocuk iken oğlunu Avrupa’ya gönderirdi. Ancak validesine ne yapmalı? Validesine ki, evin tüm giderini karşılamak da onun elindedir. Feride Hanım ise oğlunu Frenk diyarına değil, Bursa’ya kadar göndermeye bile razı olamıyor. Bir tanecik ciğerparesini gözü önünden ayırmak istemiyor. Fakat Mustafa Kamerüddin validesine o kadar yalvardı, o kadar ağladı ki nihayet Feride Hanım çocuğun ricasını kabul etmeyecek olursa Mustafa’nın firar suretiyle bile Avrupa’ya gidebileceğini görerek rıza vermeye mecbur oldu.
İşte Pierre Heyder ismi de içinde bulunan romanın başlangıcı da bu gidiş oldu.
2
Bin sekiz yüz şu kadarıncı miladi senesinin ağustosunda idi ki, bizim Mustafa Kamerüddin on yedisini bitirmiş ve on sekiz yaşı içinde yaşamakta bulunmuş, zeki, terbiyeli bir delikanlı olduğu hâlde Paris’e vardı. Bu çocuğun talim derecesini bildiğimiz gibi, zekâsına delalet edecek bazı hâllerini işitmiş isek de ahlakına dair henüz bir haber almamışızdır. Ahlakını ise yakinen birtakım vukuat bize tasvir edecektir. Eğer ahlakça kuşkulu bir delikanlı olarak mühim bir roman âlemine girmesini istemiyor isek, şimdilik yalnız şu kadarcık bir haber ile idare edelim ki, Mustafa Kamerüddin ahlakta da Demir Bey’in oğlu olduğunu ve güzel ahlakını da herkese her zaman gösterebilecek bir hâldedir.
Paris’e tahsilini tamamlamaya giden bir adamın doğruca nereye müracaatla, nasıl yaşayacağı ve ne yolda eğitim göreceği hemen herkesin malumudur. Yani okuyucularımızdan birtakımı ya bizzat o yolda tahsilini tamamlamış veyahut idareleri, aileleri kendilerine sağladığı imkânlar dâhilinde tamamlamıştır. Birtakımı da şimdiye kadar üç dört romanımızda Paris’e tahsillerini tamamlamak için gönderdiğimiz delikanlıların hâllerine dair vermiş olduğumuz malumatlardan öğrenmiştir. Dolayısıyla ayrıntı vermiş olduğumuz malumatın dışında Mustafa Kamerüddin’in bu yoldaki hayatını ihbar yollu arz edelim ki:
İstanbul’dan hareketinden önce Paris’in en meşhur öğretmenlerinden birkaçına hitaben bazı tavsiye mektupları almıştı. Mustafa Kamerüddin bu mektupları yerlerine teslim ettikten sonra öğretmenlerden aldığı tembihler üzerine “Quartier Latin” denilen üniversite talebelerinin bulunduğu mahallede ufacık bir oda kiralamıştı. En ucuz lokantalardan birisine de abone olarak babası Demir Bey’in emrettiği matematik tahsili için belli programlar gereğince ilk sınıfta bir derse başladı ki bu ders Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol ve Türk’ten ibaret otuz beş kişiye, ondan fazla asıl Fransız talebenin de katılmasıyla bir sınıf oluşmuş oldu.
Kamerüddin’in derse ne kadar şevk ile başladığını tarif edemeyiz. Hatta Quartier Latin’de gerek Fransız ve gerek yabancı talebenin asıl işleri eğitim öğretim iken, ondan ziyade sefahat ve eğlence ile geçerdi. Bunlar arasında kese bir, fikir bir, zevk ve sefa ortak olarak yaşanılır iken Demirzade onlara asla uymayıp gecesini gündüzünü derse hasretti.
Bu şekilde üç dört ay devam etti. Gerçi muallimlerinin dikkatlerini üzerine çektiği gibi arkadaşlarının da gıptalarına düçar olduysa da yerli yabancı sekiz on bin talebenin toplanmış bulunduğu koca bir mahallede hepsinin yaşantısına muhalif olarak, tek başına ve yalnızca yaşamanın mümkün olamayacağını Mustafa Kamerüddin de hissetmeye başladı.
Bu çocuğun Quartier Latin’deki hâl ve mevkisini mukayese ederek güzelce tayin için bir içki meclisini tasvir ediniz. Orada bulunanların tamamı işrete, eğlenceye ve sarhoş edici meşrubatı içmeye hakikaten tapınıyorlardı. Yalnız bir tanesi kaçınıyordu. Kendisine bir kadeh teklif olunacak olsa kabul etmediği gibi biraz da filozofça nasihatlerde bulunuyordu. Onun bu kadeh teklifi kabul etmemesi arkadaşlarını memnun etmek için kâfi iken bu nasihatleri arkadaşlarını tamamıyla kızdırıp rahatsız ediyordu. Hâlbuki şu mecliste yalnız bir defa bulunacak değildir. Kendisi de o meclisin erkânından olmak üzere yıllarca orada yaşayacaktır. Bu hâlde barış ve uyumun oluşması için iki şeyden birisinin olması gerekmez mi? Ya işret ehlinin eğlence ve işreti terk etmesi veyahut ondan kaçınanın işrete alışması gerekmez mi? Birinci kısım katiyen imkânsız olduğundan, değişme de elbette ikinci kısımda görülecektir.
İşte bizim Mustafa Kamerüddin aynen bu perhizkâra benzedi. Fakat arkadaşlarının cemiyeti yalnız bir işret topluluğundan da ibaret değildir. Koca Paris içinde aşçı, hizmetçi, çamaşırcı, dikişçi kızlardan başka, tiyatro aktrislerine varıncaya kadar binlerce taze dilberlerin yabancı talebelerden kendilerine birer sevgili tedarik edebilmiş olanlarından başka, hep “etudiant” denilen bu üniversite öğrencilerinin arkadaşlarıdırlar. Yiyecek olarak bir çeşit yemek ve içecek olarak da birkaç şişe şarap bunları bir gececik bahtiyar etmek için kâfi gelir. Yarını düşünmek bunların umurunda değildir. Bir aylık harçlığını arkadaşlarına bir günde yedirmek derecesindeki cömertlik bu gençler için mecburi ise de aylık harçlığını bir günde yedirmeye karşılık kendisi de arkadaşlarından yirmi dokuz gün yiyip içmek hakkını kazanmış olur.
Ama yediğiyle tam doyamaz ve içtiğiyle istediği kadar sarhoş olamazmış. Bunda bir beis görülemez. Zira malum öğrenci arasında en ziyade hükmü cari olan hikmetli kural:
“Autant qu’on peut, pas autant qu’on veut.” düsturuyla gösterilir ki, yani: “Arzu olunduğu kadar değil, kudret yettiği kadar.” demektir. Hatta bu öğrenci arasında bulundukça servet sahibi olmanın bile faydası yoktur. Zira nakit paraları ne kadar olursa olsun elbette onu arkadaşça erittikten sonra, züğürtlük kendisini gösterecek ve dolayısıyla diğer arkadaşlara ihtiyaç duyulacaktır.
Bizim Mustafa Kamerüddin kendisini bu uygunsuz hayata kaptırmamak için birkaç ay nefsini zorladıysa da birkaç öğrencinin kendilerinden daha şuh, daha neşeli, hayatta lezzet almakta daha şen şakrak kızlar ile bir sofrada yiyip içtiklerini ve bir de gülüp oynadıklarını vesaireyi devamlı gördükçe gençlik sebebiyle ağzının suyunu akıtmaması mümkün olur mu?
Gençliğinin işbu hukukundan istifadeye isteksiz olan Mustafa Kamerüddin de kendi kendisine bir karar verdi. Hatta bir öğrenci için en fazla usluluk, ağırbaşlılık, tevazu, kanaat, perhizkârlık sayılacak şeylere daha da sarılmaya başladı. Bu suret ise sefahati tahsile tercih derecesinde vur patlasın çal oynasın âlemlerine devamları beğenmeyen birkaç delikanlı ile münasebetini arttırdı.
Mustafa Kamerüddin’in bu yolda seçtiği arkadaşlarından birisi İsviçre’nin Fransız kısmı ahalisinden Narto adında bir çocuktur ki, Paris’e heykeltıraşlık eğitimi için gelmiştir. Kendisi yirmi üç yaşında, yakışıklı ve özellikle hâli vakti epeyce yolundaydı. Diğer öğrencilerin gidişlerini asla beğenmediğinden ve bunları:
“Öğrenci efendiler güya hürriyetperest olmak iddiasındadırlar. Hâlbuki halkın hürriyetine asla imkân vermiyorlar. Benim parama onlar neden muhtaç olsunlar? Ben niçin onlar gibi yaşamaya mecbur olayım? Yarım litre sert rakıyı birden veyahut on şişe fena şarabı bir gecede içmek hüner miymiş? Biz buraya çapkınlık öğrenmeye mi geldik, ilim ve sanat öğrenmeye mi? İnsan zevküsefa da eder. Fakat her şeyin bir orta derecesi vardır.” diye muaheze ettiğinden bu fikir ve mütalaa Demirzade’nin fikir ve düşüncesine uygun gelmişti de Narto ile aralarında bir arkadaşlık ve kardeşlik hukuku oluşmuştu.
Bu iki delikanlı birlikte geçirecekleri akşamın programını önceden hazırlayarak hangi matmazelleri arkadaşlığa davet edeceklerini, nereye gideceklerini, neler yiyip içeceklerini kararlaştırırlardı ve o şekilde