Ахмет Мидхат

Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar


Скачать книгу

vardır. Fakat Afitap’ın kalp hanesinde aslan ister kendisi ile beraber halk olunmuş olsun, ister sonradan oraya girmiş bulunsun her hâlde Demir Bey’in şekil ve suretindeydi.

      Ayıplanmaz ya! Bu yolda satın alınan kızcağızların türlü türlü ümitleri olur! Demir Bey’in yaşlılığı bu ümitleri kuvvetten düşürmez. Aksine takviye eder. Her cariye, hanımının kahrından efendisine ilticadan itibaren başlayarak hayallerini genişlettikçe genişletir. Çoğunlukla bu hâl efendilerde de görülür. Biçare cariyeleri evvela büyük bir merhametle himayeden başlayarak zevcesinin kıskançlığını arttıra arttıra nihayet cariyeyi odalık mertebesine terfi ettirir.

      Gerçi bizim Demir Bey bu konuda daha cömert bir adam olduğundan sair efendilere asla kıyas edilmez ise de zavallı Afitap bu yolda sair cariyelerden başka değildi. İlk hayallerini arttırdıkça arttırmıştı. Efendisinin yüzüne gülmek ne kadar mümkün ise gülmüş, efendisinin nazarını çekmek için neler yapmak mümkün idiyse yapmıştı. Bu suretlerin hiçbirisiyle emellerine yaklaşamadığı hâlde yine ümitlerinden feragat edemiyordu.

      Şuh meşreplikte kendisinden üstün olan Mehtap, kapı yoldaşının efendisi hakkındaki hayallerini anlayarak yavaş yavaş bu bildiklerini Afitap’a da anlattığı zaman ikisi arasında bir rekabet gayreti oluşmuştu. Nihayet Mehtap:

      “Doğrusunu istersen ben öyle ağababam mertebesindeki bir ihtiyar için hiç de heveslenmem. Bizi azat edip birer kocaya verecekleri zamana kadar sabrederim.” yollu hakikatleri itiraf ile Afitap’a teminat verdiği için bu rekabetin şiddetini azaltmaya muvaffak olmuştu.

      Bugün Demir Bey’in oğlunu davete dair verdiği emri Mustafa Kamerüddin Bey’e tebliğ eden Mehtap oldu. Hatta bu akşam ana ile oğul bunların itikadınca kendi odalarına çekildikleri zaman Mehtap şu delikanlı hakkındaki ilk düşüncelerini kapı yoldaşına anlatmaya da başladı.

      Öyle ya! Hasta beklemek kolay şey midir? Hasta yanında gürültüsüz patırtısız bekçilik etmek, ağızdan kulağa fısıldaşmak nevinden hasbihâller ile vakit geçirilebilir. Dolayısıyla Mehtap dedi ki:

      “Şu küçük bey her ne kadar genç ve yakışıklı ise de pek ekşi suratlı bir şey! Adamın yüzüne ne kadar sert bakıyor!”

      “Demek oluyor ki sen tatlı surat gösterdin de…”

      “Hayır amma… Demincek babası çağırdı. Haberini ben götürdüm. ‘Beyim sizi babanız istiyor.’ diye güzel güzel söyledim. Yüzüme öyle bir bakış ile baktı ki hemen beni tekdir edecek zannettim.”

      “Demek oluyor ki onun da sana tatlı tatlı sözler söylemesini istiyordun öyle mi?”

      “Sen büyük beye yaltaklanarak sözler söylediğin zaman ben seni ayıplıyor muydum?”

      “Eğer oğlu da babası gibiyse ne ayıplamakta bir zarar var ne de ayıplamamakta bir fayda!”

      “Oo! Besbelli ki oğlu da babası gibidir.”

      Mehtap’ın Mustafa Kamerüddin Bey’i güya derhâl tanımış da verdiği hükümdeki isabetten eminmiş gibi davranması Afitap’ı bir hayli güldürdü. Dedi ki:

      “Acele etme kardeşim! Daha ‘dün bir bugün iki’ denilecek kadar da zaman olmadı. Ne kadar olsa küçük bey gençtir. Senin ümidin benden daha kuvvetlidir. Hem senin arkandan dikkatli nazarlarını ayırmayacak bir hanım da yok!”

      “Orası öyle ama…”

      İşte iki cariye arasında bu suretle başlayan hasbihâlleri epeyce bir vakit uzadı gitti. Nihayet ikisinin de uykusu galebe ederek koyun koyuna yatağa girdiler, uyuya kaldılar.

      Zaten bu biçare cariyelerin hasbihâlleri bizce ikinci üçüncü derecelerde bile dikkate değmeyeceğinden, yalnız konak içerisinde şöyle iki kalp sahibi daha bulunduğunu hatırlatarak odadan çıkmış olan ana ve oğla dikkatlerimizi çevirmemiz lazım gelir.

      Bunlar iz kaybetmek için evvela her biri kendi odasına çekilmiş idiler. Aradan yarım saat zaman geçtikten sonra Feride Hanım şamdansız olarak kendi odasından yavaşça çıkmış ve oğlunun odası kapısına parmaklarının tersi ile ve büyük bir dikkat ile “tık tık tık tık” dört defa vurduktan sonra Demir Bey’in iş odasına doğru gidip kendine mahsus anahtar ile kapıyı açmıştı.

      Mustafa Kamerüddin Bey de mumsuz olarak kendi odasından çıkıp validesinin arkası sıra pederinin iş odasına vardı. Orada ana oğul anahtarı kapının dış tarafından çıkarıp iç tarafındaki deliğe sokarak kapıyı yavaşça kapadıktan ve anahtar ile kilitledikten sonra odanın pencerelerini, perdelerini de indirip sağlam kapattılar. Sonra Demir Bey’in her zaman kullanmakta bulunduğu yağ tenekesi içine Feride Hanım’ın beraber getirdiği idare fitilini koyup şu suretle peyda olan kandili yaktıktan sonra dolabın da kapısını açmaya davrandılar.

      Şu hâlde bu iki zatın heyecanlı ve endişeli telaşları görülseydi oraya mutlaka bir cinayet maksadıyla gelmiş hırsızlara teşbih olunurlardı.

      Ama ne tuhaf manzara! Yanmakta bulunan fitil odayı tamamıyla aydınlatmaktan aciz! Dolayısıyla oda içindeki adamların işbu fitile karşı hasıl ettikleri gölge kendi tabii büyüklüklerinin birkaç misli büyük olarak öteye beriye gezindikçe ışığın yalnız bir tane olmasından dolayı o kocaman gölgelerin hareketleri kendilerinden daha hızlı hareket ediyordu. Kandil yerde bulunduğu için bunların gölgeleri yalnız duvarın yüksekliği kadar değil tavanı da istila ediyordu. Dolayısıyla büyük cüsseli adamlar sanki odaya sığamadıklarından cinayetlerini gerçekleştirmek için iki büklüm olmuşlar ve arkası sıra şuraya buraya doğru korkuyla koşuşuyorlar zannolunurdu.

      Kâh öyle bir vaziyette yüz yüze bulunuyorlardı ki, yüzlerinin kandile karşı olan tarafları epeyce uzaktan gelen odanın ışığını yarı yarıya azaltıyordu. Bazen de âdeta oda kararıyordu. Dolayısıyla heyecanlı ve telaşlı bir hâlde bulunmasalar da birbirinin yüzüne dikkatlice bakabilselerdi birbirlerinden korkacakları aşikârdır.

      Kendi haneleri içinde âdeta bir odayı soymaya çıkmış gibi olan şu ana ile oğul, aynen diğer adi hırsızlar gibi kendilerini ele verecek takırtılardan, patırtılardan korkuyorlardı. Hatta serbestçe konuşmaya bile çekiniyorlardı. Bir cinayet maksadıyla yola çıkmışlar gibi aralarında boğuk boğuk sesler ile konuşuyorlardı.

      Gerçi şu odayı ilk incelediği zaman Feride Hanım korkunun bu derecesine lüzum görmemişti. Âdeta kendi odasının kapısını ve dolabını açtıran bir kadın gibi rahat davranmıştı. Fakat o zaman Demir Bey, hayatından ziyade mematına yakındı. Şimdi öyle mi? Hayata gereği gibi yaklaşmıştı. Odası içinde ufak tefek gezinmeye bile muktedir oluyor. Ya bir şeyden şüphelenecek olursa? Demir Bey gibi adamların şüphesinden, gazabından her zaman korkulur.

      Eğer Feride Hanım, her ne olursa olsunu göze aldırmış bulunsa idi korkuların bu derecesine hiç lüzum kalmazdı. Fakat tedbirli kadın, oğlunu tamamıyla kendisine taraftar yapmak için işin sonunu getirene kadar tedbiri elden bırakmak istemiyordu.

      Kısacası bütün tedbirler alınarak dolap açıldı. Feride Hanım Fransız askerî zabitlerine mahsus olan köhne üniformaları, şapkaları filanları ortaya sererek nihayet bir eline nişan mahfazalarının saklı olduğu torbayı ve diğer eline kâğıtları, resimleri filanları alarak dedi ki:

      “İşte oğlum! Pederin hakkındaki zanlarımı tam hakikat olmak üzere bana hükmettiren şeyler bunlardır! Ah, meğer yirmi beş yıldır bir Fransız ile yaşamışım. Meğer sen de bir Fransız soyundan inmişsin!”

      Bu söz validesinin bedbahtlığından ziyade Mustafa Kamerüddin Bey’in bedbahtlığını gösterecek bir surette söylenmişti. Hâlbuki Mustafa Kamerüddin, o zamana kadar pederini ifrat derecesinde sevmişti. Durum böyle olduğundan, validesi bu sırları bu şekilde ona