Ахмет Мидхат

Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar


Скачать книгу

gibi yemek bence kitaba vermekti. Sayenizde validemin tahsis etmiş olduğu ayda iki yüz frank ise beni öğrencilik âleminde pek güzel idare ediyordu.”

      “Senin gibi kanaatkâr, iffetli ve çalışkan olan çocuktan beklenecek hareket zaten buydu. Dolayısıyla kazandığın parayı başka bir yolda harcamış olsaydın yine mesul olmaz ve gençlik nedeniyle mazur görülürdün.”

      “Ben Paris’e gençlik nedeniyle mazur görülecek surette yaşamaya gitmedim! Tahsile gittim. Yaşamak ile tahsil maksadı birbirine uymayacak şeylerdendir. Bundan sonra sayenizde istediğim gibi yaşayabilirim.”

      Hasta ihtiyar gözlerini göğe dikti. Ağzından söz çıkmıyor idiyse de bu tavrı oğlunu takdis ettiğine delalet ediyordu. Müteakiben oğlunun başını iki solgun ve titreyen elleri arasına alarak defalarca ve büyük bir istekle öptü.

      Nekahet hâlinde bulunan hastayı tahammülünden fazla yormak üzüntüyü sebep olur ki, bu üzüntüden de hastalığın tekrarı derecesinde fenalıklar vukuya gelebilir. Şu noktadan olaya bakınca, Demir Bey, oğlu Mustafa Kamerüddin Bey ile ilk görüşmesinde bu kadar meşguliyeti biçareyi lüzumundan fazla olarak yormuş olacağını yine Feride Hanım dikkate aldı ve:

      “Kavuşturan Allah’a çok şükür! Bundan sonra istediğiniz kadar görüşüp konuşmaya vaktiniz vardır. Ancak daha fazla yorgunluğa sebep olmamak için bugünkü mülakata artık son vermelidir.” demesiyle bu söz gerek hasta ve gerek oğlu tarafından memnuniyetle kabul olundu. Hastayı rahatlatmak için yatağına koydular. Ana ile oğul ise diğer odaya çekildiler.

      Feride Hanım’ın kocası hakkındaki kötü zannı malumumuz olduğu gibi baba ve oğul tarafından hoş karşılanan şu teklifi de kadının kötü niyetine vermezsiniz değil mi? Oğul ile baba arasında mülakatın uzaması ve muhabbetli sözlerin çoğalması, bunların birbiri hakkındaki takdirlerini daha ziyade kuvvetlendireceği zannıyla Feride Hanım sadece buna meydan vermemek için oğul ile pederi birbirinden ayırmış olacağına inanmak da istersiniz değil mi? Hâlbuki biçare Feride Hanım aleyhinde bu derecelere kadar vesveseli olmayınız. Feride Hanım’ın bu hareketi hemen oğlunu babasından ayırıp da:

      “Gel! Gel! Artık o ne olduğu belli olmayan herif ile mülakat yetti. Gel biraz da beni gör ki, onun hakkındaki düşüncelerimi sana hikâye edeyim. Bak o zaman da babanı muhabbete layık bir adam bulur musun?” demek için değildi. Oğlu ile bu hasbihâli açmaya her zaman vakit bulabileceği zaten bilinen bir şeydi. Feride Hanım hakikaten hastayı fazla konuşturarak yormamak için o düşüncesini ortaya koymuştu. Bunu ortaya koymakla isabet de etti.

      Oğlu ile diğer odaya geldikleri zaman ise Demir Bey hakkındaki zanlarına dair hiç söz açmadı. Muhavereleri yine baba ile oğlun muhaveresi suretinde devam etti. Yani bir yandan Feride Hanım oğluna babasının hastalığı müddetinde ne kadar zahmet çekip ne derecelerde korktuğunu anlattığı gibi diğer taraftan da Mustafa Kamerüddin Bey üç senedir Avrupa’da kaldığı vaktini nerelere sarf etmiş ve neler öğrenmiş bulunduğunu validesine anlatıyordu.

      Baba ile oğul arasında vuku bulduğu gibi oğul ile valide arasında da sarmaşıp koklaşmayı ve öpüşmeye sebep olan pek çok hâller vukuya geldi.

      Nihayet akşam oldu. Demir Bey tarafından gösterilen arzu üzerine ana, baba ve oğul üçü birden sofraya oturdular. Demir Bey tabip tarafından izin verildiği derecelerdeki yemeğini kendi tabağında yediği gibi yiyemeyeceği ve fazla gelen yemeğini de oğluna ikram etmekteydi. Bu akşamki sofranın neşesi hakikaten ne kadar tafsil edilse yeridir. Bu ferahlık ise hasta üzerinde şifa bulma anlamında büyük tesir gösterdiğinden dakikadan dakikaya kuvveti arttığı âdeta ayan beyan görülmekteydi.

      Yemekten sonra misafiri bundan sonra kendisine mahsus olması lazım gelen yatak odasına götürdüler. Orada gereken hizmetleri validesinin emir ve işaretiyle beyaz cariyeler görüyorlardı. Artık gerek cariyelerin ve gerek Mustafa Kamerüddin Bey’in kalplerinden birbirlerine meylettiklerine dair bir şeyler geçmeye başlayıp başlamamış olduğunu biz bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa o da burada uzun süre bulunmamasından dolayı kendi hanesinin yabancısı hükmünü almış bulunan Mustafa Kamerüddin’in bir hayli zaman uykusunu alamamasından, uykuya daldıktan sonra yorulmasından dolayı ölüm derecesine yakın ve derin bir uykuya varmış olması ve o uykuda sabaha kadar fasılasız devam etmiş bulunması durumundan ibarettir.

      8

      Ertesi gün Mustafa Kamerüddin Bey uykudan pek geç uyandı. O kalkıncaya kadar tabip gelip sabah ziyaretini yaparak gitmişti. Hatta bu sabah hastayı dün sabahkinden pek çok iyi bulduğunu da itiraf etmişti. Hele Feride Hanım dün hastanın oğlu ile ne kadar yorulduğunu anlattığı zaman doktor efendi bu kadar yorgunluk üzerine hastanın kuvvetinden kaybedeceği yerde bilakis dünkü kuvvetine nispetle daha iyi olduğunu belirterek memnun olmuştu. Ancak bu gibi yorgunluklar her zaman iyi tesir göstermeyeceğinden ve kötü tesiri daha ziyade olacağından bahisle hastaya oğlu ile konuşmalarını kısıtlaması tavsiyesinde bulunmuştu.

      Mustafa Kamerüddin Bey uykudan kalkıp da pederinin yanına geldiği zaman Demir Bey:

      “Gel benim acil ilacım gel! Dertlere derman oğlum gel!” diye fevkalade bir neşe ile oğlunu kabul ederek tabibin sözlerini de tebliğ etti. Bu tebligatın Mustafa Kamerüddin’i herkesten ziyade memnun edeceğine şüphe mi edilir?

      O gün öğleden sonraya kadar pederiyle devam eden mülakatında hep Avrupa’daki tahsil ve müşahedelerini hikâye ile babasını yormaksızın eğlendirdi. Bu hikâyeler bir aralık hastaya ninni hizmetini görerek gözleri kapanıp tatlı uykuya varınca ana oğul cariyelerden birisini bekçi bırakarak hastanın yanından çıktılar, kendi odalarına geldiler.

      İşte bu zamanı Feride Hanım oğlu ile hasbihâl için daha müsait bularak dedi ki:

      “Mustafa! Umar mısın ki baban senin Fransızcayı ne kadar tahsil etmiş olduğunu takdir edebilsin?”

      “Ne demek istediğini anlayamadım anacığım?”

      “Hani ya demek istiyorum ki baban Fransızca bilmediği için senin tahsilinin derecesini takdir edemez sanırsın değil mi?”

      “Gerçi beybabam Fransızca bilmez ise de gayet akıllı bir adam olduğundan yine benim tahsilimin derecesini pekâlâ takdir edebilir.”

      “Gerçek babanın Fransızca bilmediğine kani misin Mustafa?”

      Feride Hanım bu sözü söylerken oğlunun yüzüne o kadar manidar bir bakışla bakıyordu ki “Hani ya bu kanaatte isen senin aklına şaşacağım!” demek istediğini Mustafa Kamerüddin hemen anlamaya yaklaştı. Çocuğa bayağı bir alıklık geldi. Dedi ki:

      “Muamma mı söylüyorsun anne? Yoksa ben Frengistan’a gider gitmez babam da Fransızca öğrenmeye mi başladı?”

      “Onun gibi bir şey?”

      “Öyle ise üç sene zarfında babam Fransızcayı mutlaka benden çok iyi öğrenmiştir. Babamda o akıl, o hafıza kuvveti varken bu lisanı öğrenmek onun için işten bile sayılmaz.”

      “Gerçi babanın hafıza kuvveti pek büyük imiş! Fakat üç senede bir lisan öğrenmek derecesinde bir hafıza kuvveti değil? Öğrenmiş olduğu lisanı yirmi otuz sene sonra unutmayıp hâlâ o lisan ile konuşarak yaşıyormuşçasına bir bilmek ki olur olmaz hafıza kuvvetleriyle mümkün olamayacağı aşikârdır.”

      Çocuğun arttıkça artan hayretini tam kendisince arzu olunan dereceye getirdikten sonra Feride Hanım:

      “Evladım, baban Fransızcayı yeniden öğrenmeye neden muhtaç olsun? Fransızca babanın ana lisanıymış?”

      Sözleriyle hastanın malum hayal gördüğü gece vuku bulan müşahedelerini başından hikâyeye başladı.

      Validesi hikâyede ilerledikçe Mustafa Kamerüddin’in