Demir Bey’in güya yaralanıp attan düşerek ölüm hâline geldiği noktasına kadar hikâyeye Feride Hanım devam etti. Mustafa Kamerüddin ise yalnız babasının öyle Fransız gibi Fransızca bilmesine hayretle değil; belki gayet garip bir roman gibi validesinin tasvir ettiği şeye de büyük bir hayretle dalıp gidiyordu.
Nihayet validesi Demir Bey’in eliyle malum olan acayip işareti icra ettiğini ve dolayısıyla kocasının asıl yalnız Fransız değil; Hristiyan olması da muhakkak olduğunu ifade edince Mustafa Kamerüddin birdenbire yerinden fırladı. Dedi ki:
“Aman anneciğim! Bu ne müthiş itham! Böyle bir şeye nasıl ihtimal verebiliyorsun?”
“Oğlum! İlk düşünce ve zannımın sıhhatine ben de ihtimal vermemiştim. Ancak bu zanların tümü tam hakikat olduklarını müteakiben maddi delillerle anlayıp gördüğüm zaman ciğerim parça parça oldu!” diye babasının iş odasını nasıl açtırdığını ve içlerinden neler çıktığını oğluna ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.
Mustafa Kamerüddin sırrın böyle mertebe mertebe inkişafı üzerine renkten renge girerek kâh oluyordu ki gözleri içinde şimşek çakıyormuşçasına alevler peyda oluyordu.
Delikanlının bu dinleme esnasındaki hâl ve tavrını kocakarılar ağzından müthiş hikâyeler işitip dinleyen çocukların hayretli ve müthiş tavırlarına kıyas edemeyeceğimiz gibi en mükemmel tiyatroda en büyük olayı temaşa eden en hassas bir adamın hâline de kıyas edemeyiz. Eğer bir tabip bu anda Mustafa Kamerüddin’in kulağına neler girdiğini bilmeksizin yalnız hâl ve hareketlerini tetkik için nazara alsaydı mutlaka biçare delikanlının çıldırmakta olduğunu zannederdi.
Hâlbuki Mustafa Kamerüddin kendisinin çıldırmadığına emindi. Bilakis validesinin çıldırmakta olduğuna veyahut çıldırmış bulunduğuna kanaat derecesindeydi. Böyle hakikate yakınlığı bile olmayan koca bir vakayı hayal değil de gerçekmişçesine saçmalamayı, olur olmaz divanelerden bile bekleyemeyeceği ortadayken, validesinde cinneti hükmettirecek hiçbir emare görmemesi biçare delikanlıyı şaşırtmış bırakmıştı.
Validesi hikâyeyi bitirdikten sonra dedi ki:
“İşte evladım benden başka hangi karı olsa herifin asıl ve nesli bu suretle ortaya çıktıktan sonra kesin nefretini bir türlü yenemeyerek onu ölüme terk ederdi.
Fakat ben bunca yıllık evliliğe ve senin gibi bir oğul üzerindeki hakka hürmeten yine şimdiye kadar sabrettiğim gibi iyileşene kadar da sabredeceğim.”
“Hâlbuki bana yazdığın kâğıtta bu vakadan hiç bahsetmiyordun.”
“Bu sırrın ortaya çıkması sana yazdığım kâğıttan sonra vuku buldu. Hatta bu sırrın ortaya çıkması üzerine seni İstanbul’a çağırmış olduğuma isabetimi bir kat daha görerek teselli buluyordum.”
Aradan birkaç dakika sükût ile geçti. Bu sükût hâlinde Mustafa Kamerüddin’in derin derin düşünmekte olduğu anlaşılıyordu. Neden sonra o derin denizin dalgaları arasından güç hâl ile başını çıkarıyormuşçasına bir acizlikle davranarak validesine sordu ki:
“Bu dediğin eşya hâlâ orada mıdır?”
“Demek oluyor ki hâlâ inanmak istemiyorsun!”
“O demek değil amma… Şey! Demek istiyorum ki…”
“Dediğim şeylerin hepsi hâlâ oradadır. Hem de babanın yerleştirdiği gibi yerleştirilmiştir. Gerek oda ve gerek dolap kapılarına birer anahtar daha yaptırmış olduğumdan her ne zaman istersen birlikte gidip dolabı ziyaret edebiliriz.”
“Haydi, şimdi gidelim!”
“Hayır! Babanın uyanması yaklaştı. Şayet bu teşebbüsümüzden haberdar olacak olursa ya bizi perişan edecek bir muamelede bulunur veyahut hastalığı nüksederek bir daha dönmemek üzere felakete gider.”
“Öyle ise ne zaman bunları göreceğiz?”
“Akşam yatak zamanı gelip de yerli yerimize çekildikten sonra! Gerçi geceleri de baban bin defa uyanmakta ise de gece hizmeti için yanında halayıklar bulunmaktadır. O bizi uykuda zannettiği hâlde biz dolabı ziyaret ederiz.”
Mustafa Kamerüddin Bey için gece yatak zamanına kadar sabretmek ateşten şiddetli bir bekleme olacak idiyse de hemen o esnalarda hastanın yanındaki cariye gelip hanıma:
“Beyefendi uyandı! Sizi istiyor!” demesi Feride’nin hesabındaki doğruluğu ortaya koymuştu. Evvela Feride, hastanın yanına gitti. Demir Bey’in gönderdiği ikinci haber üzerine Mustafa Kamerüddin de pederi yanına vardı.
Bu haberi getiren cariye yavaş yavaş küçük beyefendiye ısınmakta olduğu cihetle:
“Büyük beyefendi sizi de istiyor efendim!” dediği zaman şu iki çift sözü cariyenin kendisince mutlaka manidar olması lazım gelen bir tatlı tebessüm ile söylemiş ise de validesinden işitmiş bulunduğu hikâye üzerine Mustafa Kamerüddin zihnen o kadar perişan idi ki kız bu tebessümünü daha ziyade tatlandırmak için olanca istidadını sarf edecek olsa Mustafa Kamerüddin Bey için bunun zevkine varmak yine imkânsız olacaktı.
Koştu, babasının yanına vardı. “Sakın validem babam hakkındaki nefretini gösterecek bir muamelede bulunmasın.” diye odadan içeriye pek korkarak girdiyse de bilakis validesini sanki kendisi ile o mühim hasbihâlde hiç bulunmamışçasına bir tavırda görünce memnun oldu. Hatta kendisi de içindeki durumu hakkında pederine renk vermemek için nefsini zorlamaya karar verdi.
Akşama kadar ana oğul hastanın yanında bulundular. Feride Hanım’ın hâl ve şanında kocası aleyhindeki kötü zannını gösterecek zerre kadar değişmenin bulunması şöyle dursun aksine evvelkinden şevkli, evvelkinden dostane, evvelkinden daha istekli tavırlar ile kocasından oğluna, oğlundan kocasına nazikçe hitap ederek asıl odak noktası kendisi oluyordu. Hatta hasta birkaç defa oğluna böyle güler yüzünden tatlı sözünden de müteşekkir kaldığını söyledi. Dedi ki:
“Oğlum! Şifayı veren Allah ise de benim şifama Allah’tan sonra tabipten ziyade validen sebep olmuştur. Bu kadar zamandır hasta yatıyorum. Bir gün olmadı ki hizmetim validene ağır gelsin de yüksünsün!”
Bu akşam yemeğini de familya halkı birlikte yediler. Hatta Feride Hanım, kocasının perhiz yemeklerini üç kişiye yetecek derecelerde yaptırmış olduğundan üçü bir tabakta yemek yediler ki, bu hâl biçare ihtiyara perhizini ve hastalığını unutturmuş ve sanki hiç hasta olmamış gibi çoluğuyla çocuğuyla yemek yediğini zannettirmişti.
Hastanın uykusu gelip de yatağa yattığı zaman dün geceden daha ziyade sıhhat ve afiyetle uykuya vardı. Ana oğul iki cariyenin ikisini birden odanın bir tarafında serilmiş olan yatağa yatırdılar. Fakat kulakları daima hastada olması tembihiyle odada bırakarak kendi odalarına çekildiler.
9
Kendi odalarına mı? Gerçi gerek hasta ve gerek cariyeler bu zanda bulundular ise de onların doğruca Demir Bey’in iş odasına gittikleri bize malumdur öyle değil mi?
Hastanın yanında kalan iki cariyeden birisinin ismi Mehtap diğerinin ismi de Afitap’tır. Mehtap yirmisini geçmiş ve Afitap otuzuna yaklaşmıştı. Fakat ikisi de isimlerine liyakatlerini ispat edebilecek fıtrat ve güzellikteydiler. Mehtap gayet sarışın, Afitap ise esmer dilberi bir kızdı. Güzellikten anlayan bir şair bunların ikisini de sena etmek isterse ikisinin de metih ve senaya layık pek çok cihetlerini bulur.
Mehtap şuh mizaçlıkta Afitap’a galiptir. Aralarında sekiz on yaş fark olması, yani Mehtap’ın nispeten daha pek genç bulunması bu şuhluğunu mazur göstermez mi? Gerçi Afitap ağır başlı bir kız sayılırsa da bu ağırbaşlılık nispidir. Mehtap’a nispetle ağır başlı