Ахмет Мидхат

Demir Bey yahut İnkişaf-ı Esrar


Скачать книгу

Mustafa! Senden bu cevapları alayım diye mi seni sırlarıma ortak ettim?”

      “Anacığım! Ben verdiğim cevabı senin gibi bir ümitsizlik üzüntüsüne kapılarak vermedim. Daha normal ve sakince verdim. Şu eşya babam hakkında beyan ettiğin zanları ispat edebilecekler gibi görmüyorum. Hâlbuki bu zanlar sabit dahi olsalar bundan dolayı babam mahkûm olamaz. Düşünmeliyiz ki sen yirmi beş yıldan beri, ben kendimi bildim bileli bu adamın Fransızca bildiğine olsun vâkıf olamamışız. Demek oluyor ki babam mensup olduğu milleti tamamıyla terk etmiş.”

      “Şimdiye kadar bizi niçin aldatmış? Doğrusunu niçin söylememiş? ‘Yahu benim aslım şuydu, ama şimdi şuyum!’ deseydi boğazına mı sarılacaktık?”

      “Orasını bilemem. Bildiğim şey, babamda sevilmeyecek, beğenilmeyecek hiçbir hâl olmamasından ibarettir. Aslının Fransız olması bile benim bu hükmümü redde medar olamaz. Hele ver şunları bir göreyim. Zaten işin hakikatine vasıl olmaksızın her ne söylemiş olsak boş ve beyhudedir.”

      Feride Hanım oğlunun son sözünden yine ümitlendi. Torba ve paket içinden çıkacak eşya elbette pederinin asıl mensubiyeti hakkında oğlunda hiçbir şüphe bırakmayacağını dikkate alarak Mustafa Kamerüddin Bey’e yere oturmasını işaretle, kendisi evvela nişan mahfazalarını havi olan torbayı açtı. İçindeki mahfazaları birer birer çıkarıp kapaklarını açarak sıra ile oğlunun önüne koymaya ve Mustafa Kamerüddin de bunları birer birer eline alarak temaşadan sonra kendilerinden daha uzak bir yere yerleştirmeye başladı.

      O anda bu nişanların her biri bu bilinmez şahsın sırlarının keşfi hususunu ortaya koyan deliller olarak ortadaydı. Mustafa Kamerüddin simasında peyda olan tatmin alametlerini validesine gösterip anlatıyordu. Hele Feride Hanım evrak paketini açıp da içerisindeki resimleri, beratları ve özellikle el yazıları ile yazılmış mektupları sergi gibi yere sermeye ve Mustafa da bunları muayene etmeye başladığı zaman çocuğun sanki bütün tüyleri ürpermişti. Bunlar karşısında damarlarındaki olanca kanı donmuş gibi acayip ve müthiş bir hâl peyda oldu ki Mustafa Kamerüddin’in bu hâline yalnız validesi Feride Hanım’ın değil bizim ve okuyucularımızın da özellikle dikkat etmesi gerekir.

      10

      Feride Hanım’ın evvela oğluna gösterdiği nişanlar Sardunya, İspanya ve Bavyera devletlerinin demirden veyahut mineli ve bir dereceye kadar gümüş yaldızlı dört beş nişanlarından ibaret idiler ki bunların tümü istavroz şeklinde oldukları malumdur. Bir de Fransa’nın Legion D’honneur nişanının dördüncü rütbesinden bir kıta nişanı vardı.

      Bu nişanlar Mustafa Kamerüddin’in o kadar dikkatini çekmediler. Zira onlara nispetle madalyalar daha ehemmiyetli idiler.

      Bu madalyalardan bir tanesi Fransa Kralı Louis Philippe’in cülusu yani Fransa’da Bourbon hanedanının büyük şubesi X. Charles’ın çekilmesiyle son bulan ve küçük şubenin iktidara gelişi üzerine miladi 1830 senesi tarihiyle verilen madalya idi. Diğeri Cezayir işgalini hatırlatmak üzere yine 1830 tarihli bir madalyaydı. Üçüncüsü Telmesan işgali üzerine 1835 tarihinde; dördüncüsü Şayka muzafferiyeti için 1836 tarihinde ve beşincisi de Kostantin Anlaşması üzerine 1837 tarihinde verilen madalyalardı ki, sahibinin Cezayir’de işbu savaşlarda bulunup büyük başarılar elde ettiğini gösteriyorlardı.

      Madalyaların altıncısı 1848’de Louis Philippe’in düşürülmesiyle Fransa’da verildiğini hatırlatıyordu. Yedincisi 1839’da Cezayir’de Demirkapı adıyla meşhur olan savaş madalyası; sekizincisi yine madalya gibi ve 1840 tarihli meşhur Mazağran müdafaası nişanı; dokuzuncusu ise Dük Dumal emriyle Cezayir’de 1843 senesinde vuku bulan ve Ayn-ı Tâceyn muzafferiyetine mahsus madalyalar idiler.

      Bu dokuz madalyayı Mustafa Kamerüddin tarih sıraları ile tertibe koymaya çalıştı. Dolayısıyla 1848 tarihli avam hükûmetinin madalyasının henüz tarih sırası gelmemiş olduğundan ayırdı. Elinde tuttu ve madalyaların kalanlarını da muayeneye başladı ki şimdiye kadar tarif ettiğimiz sıraya göre onuncusu 1844 tarihli ve İzli muzafferiyetini hatırlatıyordu. Mareşal Bogo adına verilen bir madalyaydı. On birincisi 1847 tarihinde Emir Abdülkadir’in nişanı olarak verilen bir madalya idi.

      Madalyaların işbu on iki tanesi tarih sırası ile tertip olunduğu zaman Mustafa Kamerüddin elinde tutmakta bulunduğu madalyayı on ikinci olarak önüne koydu. Sonra madalyaların on üçüncüsü olmak üzere 1851 tarihli bir madalyayı eline aldı ki, sonradan Fransa imparatoru olan Prens Napolyon Bonapart’ın ilk gelişine dairdi. Ondan sonra madalyaların on dördüncüsü malum prensin üçüncülük unvanıyla imparatorluğunu kutlamak ve 1852 tarihiyle kaydedilmişti. On beşincisi ise Mareşal Mac Mahon’un yine bu tarihte Cezayir’in işgali üzerine ona olan itaatini tamamlamasını hatırlatıyordu. Nihayet on altıncısı Kırım Savaşı’ndan sonra Paris Antlaşması için 1856 tarihiyle basılmış bir madalyaydı.

      İşbu madalyaları sıraya koyduğu zaman Mustafa Kamerüddin miladi 1830 senesinden 1856 senesine kadar yirmi altı senelik bir tarihin en önemli olaylarını düzenlemiş oldu.

      Acaba bu madalyaları alan zat hakikaten kendi babası mıydı?

      İşte bu nokta delikanlının en evvel nazarıdikkat ve hayretini çekmeye başlayan nokta oldu. En evvel düşündü ki şu madalyaların gösterdikleri yirmi altı senelik müddet üzerinden bir yirmi beş sene daha geçmiştir ki, o da pederinin Sinop vakasından sonra emekli olup kendi validesinin evliliğiyle geçirmiş olduğu zamandır. Bu hesapça yani 1830 senesinden 1856 senesine ve o tarihten şimdiye kadar tam 51 sene geçmiştir.

      Tam Mustafa Kamerüddin bu hesapta iken validesi:

      “İşte oğlum bunlar bir Müslüman’da bulunacak şeyler değildir ya! Bunların tetkiki ile babanın aslı nesli hakkında şüphen kalır mı? Nefretimde haklı olduğumu teslim edersin ya?” demişti. Buna cevaben oğlunun ağzından:

      “Yok! yok! Hesabımız yanlış!” sözlerini işitince kadıncağız hesabın yanlış olmadığını ve ne olursa olsun zannında, nefretinde haklı olduğunu ispat edecek sözler söylemeye davrandı ise de müteakiben kendisi de anladı ki Mustafa Kamerüddin kendisine hitaben söylememiştir.

      Hakikaten Mustafa Kamerüddin hesabın yanlışlığına dair olan sözleri validesine cevaben söylememişti. Önüne dizdiği madalyaları tetkiki ve düzenlemesi üzerine Mustafa Kamerüddin başka bir hesaba dalmış gitmişti. Hatta ilk sözünde devam ile kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:

      “Elli bir sene olmayacak! Kırk sekiz, kırk dokuz sene edecek! Çünkü babam Sinop vakasını müteakip emekli edilerek emekliliğiyle beraber validemi de almıştır. Bu ise 1853 tarihine denk geliyor demektir. Paris Antlaşması madalyası ondan üç sene kadar sonra yani 1856’da imzalanmıştır.”

      Feride Hanım oğlunun böyle kendi kendisine mırıldanmasını bir şüphe nazarıyla karşıladı. Mustafa Kamerüddin’in bu hesabı hangi neticeyi getireceğini sabırsızlıkla bekliyordu. Mustafa Kamerüddin ise madalyaların birisini alıp diğerini bırakarak ve kâh bir tarafını kâh diğer tarafını çevirip temaşa ve tetkik ederek hep kendi kendisine mırıldanmak nevinden diyordu ki:

      “İlk madalyadan bugüne kadar kırk sekiz sene geçmiş ise pederim ilk madalyayı aldığı zaman acaba kaç yaşında bulunması lazım gelir? Babam şimdi sekseninde kadar vardır o hâlde…”

      Şu son söz Feride Hanım’ın gayretine dokundu, bir eliyle oğlunun dizini dürterek:

      “Aa! Sekseninde neden olsun? Yetmişinde bile yoktur.” demesiyle Mustafa Kamerüddin güya uykudan uyanıyormuş gibi dalgınlıktan baş kaldırdı. Validesine bir “Ha?” sesiyle izah gönderdi ise de validesinin vermeye başladığı uyarılara asla kulak vermeyerek yine kendi hesabına devama başladı.