ise de yaşayamayarak ikisi de birkaçar aylık masum oldukları hâlde ahret âlemine göçmüşlerdir.
Demir Bey ahlakında olan adamlar görünüşte hiç evlat düşkünü görünmedikleri hâlde hakikatte çocukları için en şefkatli, en gayretli babalar oldukları genellikle müşahede olunur. Demir Bey de oğlunun üç yaşına kadar kundakta, beşikte, ana kucağında, dadı kucağında geçirdiği zamanlar zarfında âdeta kayıtsız gibi görünerek, çocuğu öylesine kucağına alacak olursa birkaç şefkatli öpücükten sonra hemen dadısına iade ederdi.
Çocuk üç yaşını bitirip de hitaba, cevaba başladıktan sonra ise babanın oğla münasebeti kuvvet bula bula öyle bir dereceye vardı ki, artık ne babayı oğlundan ve ne de oğlu babasından ayırmak mümkün olamamaya başladı.
Bütün gün Mustafa Kamerüddin babasının yanında bulunarak, ihtiyar peder çocuğun kulağına birçok şeyler mırıldanır, ama çocuk bu sözleri anlar mı, Demir Bey orasını pek düşünmez. Bugün anlayamaz ise yarın anlayacağına inanır. Kendisi de çocuğa birçok sualler sorar. Ama çocuk uygun cevaplar vererek pederini memnun eder mi? Demir Bey’ce bunun da önemi yoktur. Bugün uygun cevap veremezse yarın verebileceği ümit ve beklentisindedir. Bizce önem verilecek şey babanın oğla verdiği mesajları âdeta büyük adamlar arasında konuşulabilecek malumattan ibaret bulunmasıdır.
Cennetmekân Sultan Selim hazretlerini, Demir Bey minimini Mustafa Kamerüddin’e onun zamanına kadar emsali gelmemiş bir müceddit olmak üzere öyle bir surette tanıtmıştır ki, çocuk âdeta Hazreti Sultan Selim’i gece rüyasında görerek ertesi gün:
“Baba bu akşam rüyamda Sultan Selim’i gördüm. Bir alay süvariyi talim ettiriyordu.” gibi haberlerle pederini memnun ederdi.
Hazreti Selim-i Salis gibi daha birçok meşhur adam ile de minimini Mustafa Kamerüddin artık neredeyse hayalen dostluk peyda etmişti. Mehmet Ali Paşa’yı, büyük Napolyon’u, Deli Petro’yu da rüyasında gördüğü olurdu. Hele silah ve gemi çeşitlerine dair bu çocuğun bilgisi olur olmaz büyük adamlarınkinden fazlaydı. Pederi ile geçen sohbetlerinde silahların kundaklarına, namlularına, harbilerine, bileziklerine, çakmaklarına, horozlarına, karşılıklarına, ot yataklarına, tetiklerine, korkuluklarına, yaylarına, zembereklerine, tulumbalarına, dipçiklerine, vidalarına filanlarına dair o kadar bahislere girişir idi ki, pek çok adamların bu isimleri bile işitmemiş olacakları aşikârdır.
Denizde iki gemi görecek olsa birinin diğerinden farkını Mustafa Kamerüddin’in tarif etmesi ve bu mesele hakkında babasıyla muhavereye girişmesi âdeta iki eski kaptan arasında bir muhavere çeşnisini gösterirdi. Zira şu geminin armasındaki ipler ile bu geminin iplerinin gemiyi nasıl dengede tuttuğu gibi en ince noktalara kadar bilgi sahibi olmuştu.
Hele Demir Bey’in oğlunu muhakemeye çekmesi en tuhaf sohbetlerden uzaktır. Çocuğa:
“Farz edelim ki sen şu kabahati etmişsin. Ben de seni sorgulayıp muhakemeye çekiyorum. Haydi bakalım o kabahati etmemiş olduğunu bana ispat et!” diye hiç aslı olmayan bir kabahat üzerine uzun uzadıya sorgu ve muhakemeye girişir idi ki yavrucağın bunu ispat için deliller getirmeye çalışması ve babasının bunları redde gayret etmesi gitgide baba ile oğul arasında bayağı bir mücadele, bir kavga derecesine de varırdı.
Beş altı yaşına kadar babası ile Mustafa Kamerüddin arasındaki muallimlik ve talebelik münasebeti bundan ibaretti. Ondan sonra harflerin heceleri ile Demir Bey oğlunu okutmaya yazdırmaya başladı. Özellikle hem okutup hem de yazdırmaya tahtasız başladı. Zira Tunus’ta mı, Trablus’ta mı, Mısır’da mı, yoksa Cezayir’de mi, her neredeyse Arapların cilalı bir tahta parçasını çocukların eline vererek elif harfini talim eder etmez o harfi yazdırmaya da başladıklarını ve dolayısıyla çocuk ne dereceye kadar okursa o dereceye kadar yazı yazmaya da başlayabileceğini Demir Bey gençliği esnasında öğretmişti.
Bu tarz öğretme şimdi bizim “yeni usul” diye almaya çalıştığımız, eski ve kadim usulümüz olduğuna dikkat buyruluyor ya? Bir usul ile altı yaşında eğitime başlayan bir çocuk on yaşına kadar mükemmelen okur, yazar bir adam olur ki, bundan yirmi, yirmi beş sene evvel değil; bugünkü günde bile bu başarıda olan çocuklar henüz nadir sayılır.
Demir Bey oğluna okuma ve yazmakla beraber okuduğu şeyi anlama eğitimini de vermişti. Türkçe olmayan bir kelime geldiği zaman:
“Bu kelime Acem yahut Arapçadır. Türkçesi şudur.” diye çocuğa o kelimeyi belletip bir daha unutmaması için de başka vakitler defalarca tekrar ettirirdi. Dolayısıyla Mustafa Kamerüddin Bey on yaşına geldiği zaman yalnız okuryazar bir çocuk olmakla kalmayıp okuduğunu bayağı anlar bir adam da sayılırdı.
Ondan sonra çocuğu Mısır ulemasından olan ve Beşiktaş’ta oturan bir ihtiyar zata öğrenci verdi. Her gün bahçıvan veyahut uşak ve şayet bunların işleri varsa bizzat Demir Bey çocuğu Beşiktaş’a götürüp iki saat kadar Mısırlı âlimin huzuruna teslim ederdi. Hatta Demir Bey, Mustafa Kamerüddin’i kendisi götürdüğü zaman öğretmenin huzuruna yalnız bırakıp kendisi diğer odada beklerdi.
Bunun hikmetini anlayabildiniz mi? Çocuğu bahçıvan yahut uşak hocasına götürdüğü günler çocuk döndüğü zaman Demir Bey o gün hocası neler söylemiş olduğunu sorup çocuğu cevap vermeye mecbur ederdi. Bir gün kendisi de derste hazır bulunduğu hâlde, dersten sonra hanelerine döndüğünde:
“Haydi bakalım! Bugün hoca efendi ne söylediyse bana tekrar et.” deyince Mustafa Kamerüddin:
“Sen orada değil miydin? Hoca efendinin dediklerini işitmedin mi?” cevabını vermiş ve dersten tekrardan kaçmak istemişti. Demir Bey anladı ki çocuğun kendisine dersi hatırlatması şunun içindi: “Babam bunları bilmiyor. Benden öğrenecek.” Dolayısıyla kendisi öğretmen huzurunda bulunmaz ise Mustafa Kamerüddin’e bilahare ders tekrar etmek istediğinde böyle şeylere başvuramayacaktı.
Nasıl? Demir Bey’i dikkatli ve hikmetli buluyorsunuz değil mi? Adamcağız bulduğunuzdan ziyadedir bile.
İki sene kadar Arabi öğretmenine devamdan sonra Demir Bey oğluna yeni bir ders daha vermeye başladı. Bu ise Fransızca dersi idi. Taksim’de Lazarist tarikatına mensup bir ihtiyar Fransız papazı bulunuyordu. Bazı Frenk, Rum ve Ermeni çocukları için ufacık bir mektep açmış ve her birinden beşer onar kuruş aylık almak üzere on dört on beş çocuğu oturduğu hanenin en büyük odasında toplamıştı.
Mustafa Kamerüddin Beşiktaş’taki Arabi dersinden döndükten ve kuşluk yemeğini yedikten sonra bu Lazarist’in mektebine devam etmekle mükellef edildi. Gerçi Feride Hanım bu Frenkçenin lüzumunu bir türlü zihnine sığdıramayarak bundan dolayı kocasıyla birkaç kavga ettiyse de Demir Bey:
“Karıcığım! Ben sana bu lisanın gereğini anlatmak için ne kadar çalışsam faydası yoktur. Fakat bilmiş ol ki ben Mustafa’ya Frenk lisanını öğreteceğim. Sen kabul etsen de etmesen de öğreteceğim. Artık bu kavgalarla boşuna kendini de beni de yorma.”
Kesin cevabını vermiş ve Demir Bey için sözünden dönmek mümkün olmayacağı Feride Hanım tarafından zaten muhakkak bilinmiş olmasıyla biçare kadıncağız sözünü kesmeye mecbur olmuştur.
Üç sene kadar Mustafa Kamerüddin Lazarist’in mektebine devam etti. Sonra ihtiyar papazın vefat etmesinden çocuk mecburen oradan alındı. Bir aralık Telgraf ve Posta Nezaretinde bulunmuş olan Ermeni ricalinden meşhur Ağaton Efendi kendi çocuklarından birisini işbu Lazarist’in mektebine koymuş ve o çocuğu pek severek aralıkta bir huzuruna kabul ettiği sırada çocuk ile dostluğu ileriye götüren Mustafa Kamerüddin’i de görmüştü. Demirzade ile tekrarlanan sohbet onun hakkında da bir muhabbet oluşturduğundan Lazarist’in vefatından sonra Ağaton Efendi Ermeni çocuğunu Telgrafhane’ye çırak ettiği gibi çocuk bu mesleği Mustafa Kamerüddin’e