Чарльз Диккенс

Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt


Скачать книгу

kadınlar dışında Tanrı’nın tüm yarattıklarına yabancı olan, acıya karşı sabır ve uysallık hisleri uyandırıyordu.”

      “Yoksullardı, zaten adamın yaşam biçimi aksine izin vermezdi ama kadının gece gündüz, günün her saati bitmek tükenmek bilmeyen ve usanmaz uğraşları sayesinde idare ediyorlardı. Bu çabalar karşılığını bulmuyordu. Akşamları oradan geçenler -kimi zaman da gecenin geç saatlerinde- sıkıntı içindeki bir kadının inleme ve çığlıklarını ve yumruk sesleri duyduklarını bildirmişlerdi ve oğlanın, gecenin geç vakitlerinde babasının doğaya aykırı bu öfkesinden kaçmak için pek çok defa herhangi bir komşunun kapısını hafifçe çalmışlığı vardı.”

      “Tüm bu süre zarfında bu zavallı yaratık, bedeninde tümüyle saklamayı beceremediği kötü muamele ve şiddet izleriyle ufak kilisemizin sürekli üyesiydi. Her pazar, sabah ve akşamüstü, üstleri başları çok daha yoksul komşularından bile eski olsa da her zaman düzgün ve temiz kıyafetlerle yanında oğluyla aynı yere otururdu. Herkesin ‘zavallı Mrs. Edmunds’a’ vereceği dostane bir selam ve söyleyeceği nazik bir söz vardı ve bazen vaazın sonunda kilisenin verandasına uzanan karaağaçlarla sarılı yolda komşularıyla iki kelam etmek için durduğunda ya da o birkaç tane küçük arkadaşıyla önde salınırken sağlıklı oğluna annelere özgün gurur ve sevgiyle bakmak için geride kaldığında bitkin yüzü yürekten minnettarlıkla aydınlanırdı; neşeli ve mutlu olmasa da en azından huzurlu ve memnun görünürdü.”

      “Beş altı yıl geçti ve oğlan, gürbüz ve sağlıklı bir genç oldu. Çocuğun ince yapısını güçlendiren ve güçsüz uzuvlarını erkekliğin gücüyle dolduran zaman, annesinin şeklini eğrileştirmiş ve adımlarını güçsüzleştirmişti ama onu desteklemesi gereken kol artık koluna takılı değildi ve onu neşelendirmesi gereken yüz artık ona bakmıyordu. Anne eski yerinde oturuyordu ama yanındaki yer boştu. İncil eskisi kadar özenli tutuluyordu, okunan yerler eskisi gibi bulunup katlanıyordu ama yanında ona eşlik edecek kimse yoktu ve kadının gözyaşları hızla kitaba akıyor ve kelimeleri görmesini zorlaştırıyordu. Komşular eskiden olduğu gibi naziklerdi ama kadın onların selamlarını başka yöne bakarak görmezden geliyordu. Artık iç açıcı mutluluk beklentisi olmadığından eski karaağaçların yanında oyalanmak da yoktu. Perişan kadın, başlığıyla yüzünü iyice örtüyor ve aceleyle oradan uzaklaşıyordu.”

      “Size şunu söyleyebilirim ki anı ve bilincin uzandığı ilk çocukluk günlerine bakan ve o anları düşünen gencin, onun uğruna annesi tarafından gönüllü olarak çekilen, sırf onun için katlandığı horgörü, aşağılanma ve şiddetle uzun sıkıntılar silsilesine dair hiçbir şey hatırlayamadığını söyleyebilirim. Annesinin kırılan kalbine karşı umursamaz bir tavır takınan ve onun için yaptığı ve katlandığı her şeyi ifadesiz ve kasıtlı biçimde unutan genç, kendini ahlaksız ve uçarı erkeklerle ilişkilendirip, onu öldürüp annesini de utandıracak düşük uğraşların peşinden gidiyordu. Ne yazık ki bu, insan doğası! Siz bunun anlamını bilirsiniz.”

      “Kadın ızdırap ve şanssızlık mertebesinin sınırına ulaşmak üzereydi. Mahallede çeşitli suçlar işlenmişti ve saldırganların kimliği belirlenemedikçe cesaretleri artıyordu. Gözü pek ve kışkırtıcı tabiata sahip bir soygun insanları alarma geçirdi ki hırsızlar böylesi sıkı bir arayışı tahmin etmemişlerdi. Genç Edmunds ve üç arkadaşından şüphe ediliyordu. Ele geçirilmiş, tutuklanmış, yargılanmış, ölüm cezasına çarptırılmıştı. Resmî ceza açıklandığında mahkeme salonu boyunca yankılanan vahşi ve keskin kadın çığlığı şimdi bile kulaklarımı çınlatıyor. O çığlık aşk meleklerinin bile ruhuna, mahkemede suçlu bulunma, ölüme gitmenin bile uyandıramayacağı türden bir korku salmıştır. Suçlunun mahkeme süresince kararlı bir ifadesizlikle kapanmış dudakları titreyip istem dışı açılmış; her gözenekten soğuk terler boşalırken yüzü kül rengini almış; sağlam uzuvları sanık yerinden çekilirken titremişti.”

      “Zihinsel acıyla kendinden geçen acılı anne, önümde kendini dizlerinin üstüne atıp gayretle onu şimdiye kadarki bütün sıkıntılarında destekleyen Yüce Tanrı’ya onu keder ve ızdırap dolu dünyadan salmasını ve tek çocuğunun hayatını bağışlaması için yalvardı. Ardından hayatım boyunca bir daha asla tanıklık etmemeyi umduğum bir keder patlaması ve şiddetli bir mücadele geldi. Kalbinin kırıldığını biliyordum ama ağzından ufacık bir şikâyet ya da mırıltı çıktığını duymadım. O kadının hapishane avlusunda günbegün, hevesle ve gayretle, sevgi ve rica yoluyla inatçı oğlunun taştan kalbini yumuşatmaya çalışması acınası bir görüntüydü. Nafileydi. Oğlan ters, inatçı ve duygusuz olmaya devam etti. Cezasının beklenmedik biçimde on dört yıllık sürgünle değiştirilmesi bile tavrının kasvetli sertliğini bir an olsun değiştirmedi.”

      “Ancak onu bunca zaman ayakta tutan boyun eğme ve katlanma ruhu fiziksel zayıflık ve hâlsizlik karşısında güçsüzdü. Hasta oldu. Oğlunu bir kez daha ziyaret etmek için titrek uzuvlarını sürükleyerek yatağından kalktı ama gücü yetmedi ve âciz biçimde yere düştü.”

      “Genç adamın abartılı soğukluğu ve umursamazlığı işte şimdi sınanıyordu ve bir anda başına gelen bu ilahi adalet onu neredeyse delirtti. Bir gün geçti ve annesi orada yoktu; başka bir gün geçti ve annesi yanına yaklaşmadı; üçüncü akşam geldi ve annesini hâlâ görmemişti. Üstelik yirmi dört saat içinde ondan belki de sonsuza denk koparılmak üzereydi. Ah! Sanki aklını başına getirecekmiş gibi dar avluda bir ileri bir geri koşmaya yeltenmişken eski günlere dair uzun zaman önce unutulmuş düşünceler nasıl da aklına doluştu ve kendi çaresizliğiyle kimsesizliğini nasıl da hissetmişti gerçeği öğrendiğinde! Annesi, bildiği tek ebeveyn bastığı toprağın bir kilometre ötesinde hasta yatıyordu, belki ölebilirdi, özgür ve serbest olsa birkaç dakikada yanı başında olurdu. Kapıya koştu ve çaresizlik hissiyle demir parmaklıklara tutundu, ses çıkana kadar sarstı. Sanki taşta bir geçit açmak ister gibi kendini duvara attı ama güçlü bina zayıf çabalarıyla alay etti ve o da ellerini birbirine vurup çocuk gibi ağlamaya başladı.”

      “Annenin affını ve hayır dualarını hapisteki oğluna taşıdım ve oğlanın ciddi tövbesinin teminatını ve affedilmek için duyduğu hararetli yalvarışını da kadının hasta yatağına taşıdım. Acıma ve merhametle tövbekâr adamın döndüğünde annesini rahat ettirmek ve onu desteklemek için yaptığı bin bir ufak planı dinledim ama biliyordum ki o hedefine ulaşmadan aylar önce annesi bu dünyadan ayrılmış olacaktı. Genç adamı o gece başka yere naklettiler. Birkaç hafta sonra da zavallı kadının ruhu güvenle umuyorum ve kati olarak inanıyorum ki sonsuz mutluluğun ve dinlencenin olduğu bir yere göçtü. Ondan geriye kalanların gömülmesiyle ben ilgilendim. Şimdi kilisemizin küçük avlusunda yatmakta. Mezar taşı yok. Çektiklerini insanlar, erdemlerini ise Tanrı bilirdi.”

      “Mahkûmun nakledilmesinden önce izin verildiği anda annesine mektup yazması durumunda mektubun bana ulaştırılması ayarlanmıştı. Babası, oğlu tutuklandığı anda onu bir daha görmeyi kesin olarak reddetti ve ölmesinin ya da yaşamasının onun için hiçbir fark yaratmayacağını belirtti. Yıllarca ondan tek bir haber alamadım ve sürgününün yarısı bittikten sonra bile ondan haber alamadığımda onun öldüğüne kanaat getirdim hatta neredeyse böyle olmasını umdum bile.”

      “Ancak Edmunds, koloninin çok uzak bir köşesine gönderilmişti ve birkaç mektup göndermesine rağmen hiçbirinin benim elime geçmemiş olması belki de bu duruma yorulabilirdi. On dört sene boyunca aynı yerde kaldı. Cezası bitince eski planına ve annesine verdiği söze istikrarlı biçimde uyarak sayısız zorlukla İngiltere’ye geri geldi ve çıplak ayak memleketine döndü.”

      “Ağustos ayının güzel bir pazar akşamı John Edmunds, on