Mikâil Bayram

Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler


Скачать книгу

düşüncelerden arındırmak hedef alınır. Bu metotla nefisteki kötü duygu ve düşüncelerle, şeytani vesveselerle mücadele edilir. Nefsin kötü istekleri kontrol altına alınır ve bu suretle esas maksat olan üstün insan (insan-ı kâmil) yaratmaya çalışılır. Bunun için müride belli virtler verilir ve zikirler yaptırılır. Yoğun ve şiddetli egzersizler ve riyazetler uygulanır.

      Bu eğitim metodu içe ve benliğe dönüklük (subjektif) yoludur. Mürit bu yolda egzersizler yaparak manevi makamları geçer, kemale erer, benliğini tanıma imkânı bulur ve “Men arefe nefsehu fe kad arafe Rabbeh”. (Nefsini bilen Rabb’ini de bilir.) gerçeğine erişir.

      Diğer yol ise “seyr-i süluk-i afaki” diye adlandırılır. Bu eğitim metodunun esası da şudur: Kişinin, başka bir ifade ile müridin Yaradan’ın eserleri olan eşya ile meşguliyet içinde bulunması sağlanır. Eşyanın esrarını ve güzelliklerini temaşa ederek Yaradan’ın (Sâni’i) celal ve cemaline vasıl olmasına gayret edilir. Müride, eşyanın esrarını anlamaya ve idrake sevk edici virtler verilir, zikirler ve riyazetler yaptırılır. Kişi kendisini de eşyadan bir parça olarak görür. Bu durumda mürit hem süje hem obje olmaktadır. Eşyanın muhabbeti gönle nakşedilmeye ve bu muhabbet vasıta kılınarak Allah’a bir yol bulmaya çalışılır. Bu yol da dışa dönüklük (objektif) yoludur. Bu eserden eserin sahibini yani Sâni’i, Cenâb-ı Allah’ı bulmaya çalışılır. Cenâb-ı Allah’ın sıfat ve fiilleri eşyada tecelli ettiğinden, eşyanın tezekkür ve tefekkürü Allah’a vuslata götürür insanı.

      Mevlana Celâleddin-i Rumî ve hocaları, birinci yolun yani “enfüsi” yolun saliklerindendir. O dönemde “afaki” yolun salikleri de Anadolu’da yaygın idiler. Bu yolun da en tanınmış mürşidi “Evhadiyye” tarikatının kurucusu Şeyh Evhadüddin-i Kirmani idi. Bu iki yolun mensupları birbirleriyle mücadele ve rekabet hâlinde bulunuyorlardı.

      Mevlana ve onun gibi seyr-i süluk-i enfüsi metodu benimseyen mutasavvıfların, eserlerinde insan ruhunun derinliklerine nüfuz etmeye çalışmaları ve insan benliğindeki eğilim ve istekleri keşfetmeye yönelmeleri ve bu gayret içinde bulunmaları, meşreplerinin özelliğinden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde Evhadüddin-i Kirmani gibi seyr-i süluk-i afaki metodu uygulayan mutasavvıfların da eserlerinde daha çok dış dünya ve eşya ile ilgi kurmaya çalışmaları ve müridi tabiattan ibret almaya yönlendirmeleri de meşreplerinin temel özelliğinden kaynaklanmaktadır.

      Tabii olarak eğitimde farklı metotların uygulanması, farklı düşünen ve yaşayan insanların, müritlerin yetişmesine neden olmaktaydı. Evhadüddin-i Kirmani ile Şems-i Tebrizî arasında geçen Ahmet Eflâkî’nin naklettiği bir konuşma bu iki ayrı meşrepteki şeyhler arasındaki ayrılığı ifade etmesi bakımından önemlidir. Evhadüddin-i Kirmani bir gün tekkesinde murakabe hâlinde iken Şems-i Tebrizî içeriye girer ve Evhadüddin’e: “Ne işle meşgulsün?” diye sorar. Evhadüddin de Cenabıhakk’ı eşyadaki tecellisinde yani sanatında temaşa etmeye çalıştığını kastederek: “Ayı, leğendeki suda seyrediyorum.” der. Şems-i Tebrizî de ona: “Ensende çıban yoksa başını kaldırıp onu gökyüzünden niye seyretmiyorsun?”87 diyerek Cenabıhakk’ı kendi içinde ve benliğinde bulması gerektiğini ona hatırlatmaya çalışır. Molla Abdurrahman Cami de Evhadüddin’in tasavvufi meşrebini Nafahatü’lüns adlı eserinde şöyle ifade etmektedir: “Evhadüddin, şuhûd-i hakikata mezâhir-i sûrî ile tevessül ederdi ve cemal-i muttaki suver-i mukayyedâtda müşahede eyler idi.”88 Mevlana da hocalarının yolunda giden bir mutasavvıf olarak Mesnevi’sindeki birçok hikâyede bu temayı işlemiştir. Evhadüddin-i Kirmani ve onun yolunda gidenlerin meşrebine tenkitler yöneltmiştir. O bir mutasavvıf olarak hocalarının meşrebine bağlı kalmış ve etrafındakileri bu yolla eğitmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi Mevlana bir tarikat kurmamıştır. Onun babası vasıtası ile Kadiri tarikatına, hocası Şems-i Tebrizî vasıtası ile de Kalenderiyye tarikatı ile ilgisi bulunmaktadır.

b. Şeyh Evhadüddin el-Kirmani ve Türkmenler

      Evhadüddin-i Kirmani’nin kurduğu “Evhadiyye” tarikatı ve bu tarikattaki eğitim ve öğretim metodu (seyr-i süluk-i afaki) Anadolu’da, Türkmenler arasında büyük bir ilgi uyandırmıştır. Evhadüddin’in, Türk asıllı olması ve Türkmenlerle Türkçe olarak konuşması, onun Türkmenler arasında tanınmasına vesile olmuştur. Art düşünceleri olmadığı ve samimi oldukları için Türkmenleri irşat etmenin daha kolay olduğunu ve kısa zamanda tasavvuf yolunda ilerleyebildiklerini söylüyordu. Bu tasavvufi yol ve düşünce tarzı Türkmenlerin yaşayış tarzına daha uygun olduğu için Türkmenler arasında daha fazla ilgi toplamaktaydı. Türkmen dervişler coşkun bir iman ile Evhadüddin’e bağlanmışlardı. El-Veledü’ş-Şefik’in sahibi Niğdeli Kadı Ahmed (740/1241) Tapduklu dervişlerin, Evhadüddin-i Kirmani’nin yolunda olduklarını çeşitli vesilelerle belirtmiştir. Ayrıca Ebussuud Efendi, Evhadüddin-i Kirmani’ye ait bir risalede Tapduk Emre’nin Evhadüddin ve İbnü’l-Arabî’den ders almış olduğunu, İbnü’l-Arabî’nin kendisine öğrettiği dört duayı Yunus Emre’ye öğrettiği ve Yunus Emre’nin bu duaları öğrenince dili çözülüp şiir söylemeye başladığının yazılı olduğunu belirtmiştir.89

      Hayatı kırda, bayırda tabiatla baş başa, hayvan sürüleri ile göçebe olarak veya kırsal bölgelerde geçen insanların bu tasavvufi yolu tercih etmeleri gayet tabii idi. Bu yolun Türkmenler tarafından kolay anlaşılır olması da yayılmasına vesile olmaktaydı. Yunus Emre:

      Dağlar ile taşlar ile

      Çağırayım Mevlâm seni

      Seherlerde kuşlar ile

      Çağırayım Mevlâm seni

      derken “seyr-i afaki” yolunda olduğunu ifade etmiş olmakta ve bu tasavvufi anlayışa göre düşündüğünü göstermiş olmaktadır. Yunus, pek çok şiirinde bu anlayışı terennüm etmekte ve suretçiliği (cemalperestlik) benimsediğini belirtmektedir.

      İşte bu şiirlerden biri:

      Su’ret toprakdır diyeni gönlüm kabul itmez anı

      Bu toprağın cevherini hazrete irgördüm ahi

      Ben de bakdum, ben de gördüm benüm ile ben olanı

      Su‘retime canvireni kimdüğini bildim ahi.

      Yunus Emre “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü.” o çok meşhur sözünde yaratılmışı hoş tutarak ve onlara muhabbet ve şefkati, Allah’a kavuşmaya vasıta kıldığını ifade etmektedir. Bu tasavvufi meşrep Türkmenlere yeni bir duyuş ve düşünüş biçimi veriyordu. Evhadüddin gibi diğer Türkmen dervişler bu yolla Türkmen halkın düşüncesini terbiye ediyor, ahlaki yaşayışlarına yön veriyordu. Böylece Türkmenler çevrelerindeki eşyaya (suretlere) tasavvufi-İslami bir bakış ile bakıp manalandırıyorlardı. Kısaca Türkmenler kültür değişimine uğruyorlardı. Bu değişim Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasını hızlandırmaktaydı. Türkmenlerin gönülleri ve akılları yeni bir dünya ve hayat telakkisi ile tanışıyordu. Hayatları tabiatla baş başa geçen, göçebe ve köylü Türkmen halk, bu tasavvufi meşrep vasıtası ile İslam’ı daha kolay anlıyorlar, ahlaki inceliklerle tanışma imkânı buluyorlardı. Eşyaya karşı merhamet ve şefkat duyguları kuvvetlenmekteydi. Baba İlyâs-i Horasânî’nin çoban olarak güttüğü koyunlara karşı şefkat ve merhameti, ona muhalif olanlar tarafından dahi takdirle yâd edilmiştir. Bir hikmete mebni olarak yaratılmış olduğunu düşünerek karıncayı bile incitmeme anlayışı da bu düşünceden kaynaklanmaktadır. Bu suretcilik (cemalperesti) meşrebi, müritlerde eşyanın yaratılış hikmetini inceleme ve öğrenme isteği uyandırmaktaydı. Evhadüddin’in