Halkı gibi, biri insanlar için yararlı, diğerleri zararlı olmak üzere iki kabileye bölünmüştür. Bu sualtı varlıkları insan şeklindedir ve suların altında insanlarınki gibi evleri vardır; ama yılan derisi giyerler ve boynuz takarlar. Bazen güzel kızları fani erkekleri yılan derisi kostümü giyip türdeşlerinden sonsuza kadar kopmak üzere derinlere çekerler.
İrokualar, kısmen toprak üstünde, kısmense yeraltı dünyasında yaşayan canavar varlıklardan, özellikle Büyük Kafalar ve Kaya Devler ırkını tanırlar. Büyük Kafalar’ın, etkileyici gözleri ve kanat işlevi gören gür saçları vardır. Fırtınaya binerler ve yıkıcı ve kötü niyetli güçleriyle fırtınanın, belki de kasırganın kişileştirilmesi gibi görünürler. Kadim ve ham bir kozmogoninin kalıntısı olabilecek bir anlatıda Büyük Kafa, açıkça bir evren yaratıcısı rolünü oynar. Kabilelerden birinin yok oluşunu anlatan ilginç bir hikâye daha vardır. Kabile üyesi, genç bir kadını kulübesine kadar takip eder ve kadının sıcak kestanelerini görerek ateş kömürlerinin yemeye uygun olduğunu sonucuna varır. Kömürleri yer ve ölür. Bu tuhaf yaratıklar, bir hikâyeye dehşet unsuru katmak üzere iyi düşünülmüştür.
İrokuaların Taş Devleri ve Algonkinler arasındaki türdeşleri (örneğin, Abnakilerin Chenoo’su ve Mikmak’ı), Eskimoların Tornit’inin örnek teşkil ettiği geniş bir efsanevi varlıklar grubuna aittir. Onlar güçlü, iri yapılı, silah olarak yay değil taş kullanan büyücülerdir. Birbirleriyle müthiş dövüşürler, silah yapmak için en uzun ağaçları sökerler ve öfkeleriyle dünyayı paramparça ederler. Bazen insanlar tarafından evcilleştirilirler ve güçlü avcılar oldukları için faydalı arkadaşlar olurlar. Genellikle yamyam olarak tasvir edilirler ve uzun zamandır hatırlanan bu efsanevi halkın, zamanla renklendirilmiş, yay kullanmayan ve eski zamanların Kızılderilileri tarafından çoktan yok edilmiş kadim kabilelerin hatırası olması pekâlâ mümkündür. Elbette bu mitlerde böyle bir tarihi unsur varsa tamamen efsanevi taş zırhlı titan veya şeytan kavramlarıyla kaplıdır.
VIII. Türlerin Eskileri
Onondaga’nın şeylerin başlangıcına ilişkin hikâyesi şu sözlerle sona erer: “Üstelik burada, yeryüzünde bulunan her şey, bedenlerini ayrı ayrı yeniden dönüştürürler veya değiştirirler. Bu şekilde filizlenen ve büyüyen her şeyde, sonra kendini yaratan ve büyüyen her şeyde ve sonraki aşamadaki tüm insanlarda durum böyledir. Bütün bunlar aynı şekilde etkilenir, bedenlerini ayrı ayrı dönüştürürler ve sonraki aşamada bedenlerini durmadan, ayrı ayrı yeniden dönüştürürler.”
Vahşiler ve belki de doğayla iç içe yaşayan tüm insanlar, öncelikle ve kaçınılmaz olarak Herakleitosçudur: Yunan filozof gibi, onlar da her şeyin aktığını düşünür; onlara göre duyulur dünya sürekli bir değişim halindedir. Canlı ve cansız cisimler, geçici tezahürlerden ibarettir: Sahne arkasından gösteriyi yöneten çok sayıda şekil değiştiren Güç’ün dışa dönük gölgeleri. Yine de, duyulur şeylerin süreksizliğinin bilincinde olan vahşiler bile, çeşitli bireysel düzenlemelerde olsa da ısrarla yeniden ortaya çıkan belirli sabit biçimleri algılarlar. Bu biçimler doğal türler, doğanın bölündüğü soylar veya türlerdir. Herakleitos’tan da büyük bir Yunanın söyleyeceği gibi bunlar, şeylerin İdealarıdır. Kızılderililerin tümü Platoncuya dönüşür, çünkü onlar her doğal türün kendi arketipine veya (kendi tercih ettikleri gibi) eskisine sahip olduğunu, bu eskinin görünmez bir dünyada yaşadığını ve ilk varlığının gücüyle tüm dünyevi kopyalarının geçici yaşamlarını sürdürdüğünü savunurlar.
Tropiklerin ötesindeki tüm halklar için, tüm yaşam stratejisini yöneten değişken mevsimler (büyük doğa olayları) bir tür istikrar içinde sabitlenir ve sonunda İlkbahar, yaz, kış ve sonbahar için hayali bir şekilde oluşturduğumuz varlıklarda kişileştirilir. Elbette geçimini çoğunlukla avdan sağlayan insanlar için çok fazla mevsim yoktur. Onlar için açık ve kapalı, yeşil ve beyaz yılın önemli bölümleridir. İrokualar, kışın, savaş sopasıyla ağaçlara tecavüz eden yaşlı bir orman adamı olduğunu söylerler: Çok soğuk havalarda insan onun darbelerinin keskin sesini duyabilir. Bahar, yüzünde güneş olan kıvrak bir genç savaşçıdır. Montagnailer, iki mevsimin erkeksi olup olmadığından emin değillerdi, ancak Pere Le Jeune’e, Nipin ve Pipoun’un canlı varlıklar olduklarından çok emin olduklarını söylemişlerdir: Özellikle yaklaştıklarında onların konuşmalarını ve hışırtılarını bile duyabiliyorlardı. “Yaşadıkları yer olarak dünyayı aralarında paylaşırlar; biri bir tarafta, diğeri diğer taraftadır ve dünyanın bir ucunda kalış süreleri sona erdiğinde, karşılıklı olarak birbirini takip ederek diğerinin bölgesine geçerler. Bu kısmen Castor ve Pollux masalıdır,” diye yorumlar Rahip. “Nipinoukhe döndüğünde, beraberinde sıcağı, kuşları, yeşillikleri geri getirir ve dünyaya yaşamı ve güzelliği geri verir; ama Pipounoukhe soğuk rüzgârlar, buzlar, karlar ve kışın diğer olguları eşliğinde her şeyi harap eder. Birbirlerini takip etmelerine Achitescatoueth denir; yani karşılıklı olarak birbirlerinin yerlerine geçerler.” Belki de bulunabilecek en büyüleyici mevsim efsanesi, Çerokilerin “Güneyli Gelin” hikâyesidir. Kuzey, Güney’in kızına âşık olur ve onun ateşli kurlarına cevaben onu, herkesin buz evlerinde yaşadığı Kuzey Ülkesi’ne götürmesine izin verilir. Ancak ertesi gün güneş doğduğunda evler erimeye başlar ve insanlar Kuzey’e, Güney’in kızını anavatanına göndermesi gerektiğini, çünkü onun doğasının sıcak olduğunu ve Kuzey’e uygun olmadığını söylerler.
Ama Türler’in ruhları özellikle hayvanlar dünyasında önemlidir. Aynı Montagnailerden (bu açıdan inançları basmakalıptır) bahseden Le Jeune, “Onlar,” der, “her türden hayvanın bir ağabeyi olduğunu söylerler; bu ağabey tüm bireylerin kökenidir ve harikulade bir şekilde büyük ve güçlüdür. Kunduzun büyüğünün, belki de bizim kulübemiz kadar büyük olduğunu söylüyorlar, oysa küçüğü (sıradan kunduz demek istiyorum) bizim koyunlarımız kadar bile büyük değildir. Bir kimse, rüyasında bazı hayvanların eskisini veya atasını görürse şanslı bir ava sahip olacak, kunduzların büyüğünü görürse de kunduz yakalayacaktır. Geyiklerin büyüğünü görürse, rüyada gördüğü büyüklerin lütfuyla küçükleri ele geçirerek geyik yakalar. Bu büyük kardeşlerin nerede olduklarını sordum onlara. ‘Emin değiliz,’ diye cevap verdiler, ‘ama kuşların atalarının gökyüzünde olduğunu ve diğer hayvanların atalarının suda olduğunu düşünüyoruz.’” Rahip, başka bir bağlamda, bir Montagnai’den duyduğu şu hikâyeyi anlatır: “Uzun bir yolculuk yapan bir adam, sonunda kendisine yiyecek bir şeyler bahşedenin (ona tanrı demiş) kulübesine yani evine ulaşmış… Her türlü hayvan onun (tanrının) etrafını sarıyormuş, o da onlara dokunuyor, dilediği gibi davranıyor ve hayvanlar ondan kaçmıyormuş. Ama onlara zarar vermezmiş, zira yemediği için onları öldürmezmiş. Bununla birlikte bu yeni konuğa ne yemek istediğini sormuş ve konuğun bir kunduzun tadını çıkarmak istediğini öğrenince sorunsuz bir şekilde bir kunduz yakalayıp konuğuna yedirmiş; sonra ona ne zaman gitmeyi düşündüğünü sormuş. Konuk ‘İki gece sonra,’ diye cevap vermiş. ‘İyi,’ demiş adam, ‘iki gece benimle kalırsın.’ Bu iki gece olmuş iki yıl. Zira yıl dediğimiz şey, bize rızık verenin gözünde ancak bir gün veya bir gecedir. Ve insan, tanrıdan o kadar memnundur ki iki kış ya da iki yıl sadece iki gece gibi gelir. Adam kendi ülkesine döndüğünde yaşadığı gecikmeye çok şaşırmış.” Kulübedeki tanrı, şüphesiz Algonkinlerdeki evrenin yaratıcısı Messou’dur (Manabozho), çünkü o “tüm hayvanların ağabeyi” ve hayvan yaşamının hükümdarıdır. Benzer şekilde İrokualardaki evren yaratıcısı Iouskeha, ilkel hayvanları meydana getiren ve onlara isim verendir. Pere Brebeuf şunları ekler: “Hayvanların, dünyanın