ona çok içten bir hayranlık duyuyordu. Bu, yaşamları boyunca devam eden ve Rusya’da epey bir tartışılan düşmanlığın başlangıcıydı.
Babamın yaşamı boyunca sahip olduğu tüm arkadaşlarını gözden geçirdiğimizde ilk yetişkinlik dönemindeki arkadaşlarının olgunluk dönemindekilerden belirgin bir şekilde farklı olduğunu görürüz. Kırk yaşına kadar Dostoyevski’nin ilişkileri neredeyse Ukraynalılar, Litvanyalılar, Lehler ve Baltık eyaletleri yerlileriyle sınırlıydı. Yarı Ukraynalı yarı Fransız Grigoroviç onun ilk arkadaşıydı ve ilk kitabı için yayıncı bulmuştu. Annesi bir Leh olan Nekrasov ona ilk başarısını armağan etmişti; kökeni itibarıyla Leh ya da Litvan olan Belinski, Dostoyevski’nin dehasını halkla buluşturmuştu. Büyük bir Litvanyalı ailenin soyundan gelen Kont Sollohub ve bir Leh olan Kont Viyellegorski, babamı salonlarında içtenlikle ağırlayan kişilerdi. Daha sonraları Dostoyevski’yi Sibirya’da İsveçliler ve Baltık eyaletleri yerlileri tarafından korunurken bulacağız. Tüm bu insanlar Dostoyevski’yi bir Avrupalı, Batı kültürüne sahip biri, kendi Slavo-Norman düşüncelerini paylaşan bir yazar olarak tanımışlar gibi görünüyor. Bununla birlikte tüm Ruslar ona düşmandı. Mühendishane’deki arkadaşları onunla acımasızca dalga geçer, edebi çevreden genç arkadaşları ise ondan nefret eder, onu hor görür ve komik duruma düşürmeye çalışırdı. Sanki onda Rusya’ya ilişkin düşüncelerine aykırı bir şey görüyormuş gibiydiler.
Dostoyevski’nin keskin bir şekilde Rus tavrını takındığı kırk yaşından sonra arkadaşlarının milliyeti de değişti. Slavo-Normanlar yaşamından silinip gitti. Ruslar onun arkadaşlığını arar olup çevresinde canlı kalkan oluşturdular. Ölümünden sonra da tıpkı geçmişte olduğu gibi onu kıskançlıkla korumaya devam ettiler. Ne zaman ailemizin Litvan geçmişinden bahsetsem yurttaşlarım kaşlarını çatarak şöyle der: “Unut şu sefil Litvanya’yı! Aileniz orayı yıllar önce terk etti. Baban Rustu, tüm Ruslar arasındaki en büyük Rus oydu. Kimse gerçek Rusya’yı onun gibi anlayamadı.”
Kıskançlıktan bahsederken gülümsüyorum çünkü bu kıskançlık özünde sevgiydi. Netice itibarıyla Rusların haklı olduğunu düşünüyorum, zira Dostoyevski’ye sahip olduğu o muhteşem yeteneği veren onlardı. Litvanya onun karakterini ve uygar zihnini biçimlendirmiş, Ukrayna ise atalarının kalbinde yatan şairliği uyandırmıştı; fakat yıllar, çağlar sonunda ortaya çıkan bu meşale ancak Kutsal Rusya’nın büyük dehasının kıvılcımıyla yanmaya başladı.
Babamın ilk romanı kesinlikle çok iyi yazılmıştı, fakat özgün değildi. Zamanının Fransız edebiyatını taklit eden Gogol’un romanlarından birinin taklidiydi. O müthiş Jean Valjean’ıyla Sefiller bu yeni edebi akımın temelinde yer almaktadır. Sefiller’in daha sonra yazıldığı doğrudur ama müthiş soylu bir zihne sahip bir hükümlü olan Valjean tipi çoktan Avrupa’da ortaya çıkmaya başlamıştı. Fransız Devrimi’yle uyanan demokratik düşünceler yazarları yoksul insanları,38 köylüleri ve küçük esnafları soyluların ve orta üst sınıf aydınlarının yer aldığı saflara taşımaya itti. Edebiyattaki bu yeni eğilim, hiçbir zaman feodal aristokrasiye sahip olmamış, her zaman demokratik düşüncelerin cazibesine kapılmış Ruslar için oldukça memnun ediciydi. Bu dönemde parlamış ve yükseköğrenim görmüş kişiler olan Rus yazarlar artık konuk salonunu betimlemeyecek; kahramanlarını tavan arasında aramaya başlayacaklardı. Bu tip insanların gerçekte nasıl olduklarına dair en ufak bir fikirleri yoktu, onları gerçekte oldukları gibi okuma yazma bilmeyen, yoksulluk nedeniyle acımasızlaşan kimseler olarak betimlemek yerine yeni kahramanlarına şövalye hassasiyetleri bahşederek onlara Madame de Sévigné’ye yaraşacak mektuplar yazdırdılar. Bu durum sahte ve saçmaydı, yine de bu romanlar ülkemizin gurur kaynağı olan muhteşem on dokuzuncu yüzyıl edebiyatımızın başlangıç noktasıydı. Yazarlar, yeni bir dünyayı betimlemeden önce onu çalışmaları gerektiğini yavaş yavaş anladılar. Köylüleri, din adamlarını, tüccarları, kasaba halkını gözlemlemek için işe koyuldular; hakkında pek az şey bilinen Rus yaşamına dair mükemmel betimlemeler sundular. Ama bunlar çok sonraları yapıldı. Hakkında yazmakta olduğum dönemde ise Rus yazarlar hayal güçlerinden yararlanıp bizi saçmalıklarla dolu yapıtlarla baş başa bıraktılar.
Babamın bu romanların ne kadar sahte olduğunu fark ettiğine şüphe yok, çünkü ikinci yapıtında bu yeni edebi türden kopmaya çalışmıştı. Öteki, İnsancıklar’a kıyasla çok daha yüksek kalitede bir kitaptır. Özgündür, bütünüyle “Dostoyevski”dir. Ruhbilimcilerimiz bu küçük başyapıta büyük hayranlık duyuyor ve genç bir roman yazarının tıp okumaksızın bir delinin son günlerini böyle detaylı bir şekilde betimleyebilmiş olmasına şaşırıyorlar.39
Ne var ki bu ikinci roman ilki kadar başarılı olamadı. Fazla yeniydi; insanlar, insan kalbinin bu kadar titiz bir şekilde çözümlenmesini anlamamışlardı, oysa bu daha sonraları çok büyük takdir toplayacaktı. O dönem deliler revaçta değildi, erkek ya da kadın başkahramanın yer almadığı bu roman ilgi çekmedi. Eleştirmenler hayal kırıklıklarını saklamıyorlardı. “Yanılmışız,” diye yazıyorlardı, “Dostoyevski’nin yeteneği sandığımız kadar büyük değilmiş.” Eğer babam biraz daha büyük olsaydı muhtemelen bu eleştirileri görmezden gelir, yeni türde ısrarcı olur, bunu halka benimsetir ve o dönemde bile çok iyi psikolojik çalışmalar ortaya koymuş olurdu. Ama çok gençti, eleştiriler onu üzmüştü. İlk romanıyla elde ettiği başarıyı kaybetmekten korkuyordu, bu nedenle sahte Gogol tarzına geri döndü.
Fakat bu kez kendi hayal gücünden yararlanmakla yetinmeyecekti. Rus edebiyatının yeni kahramanlarını inceledi, tavan arasında yaşayanları gözlemlemek için başkentin kafelerine ve içki dükkânlarına gitti. Onlarla sohbet etti, onları izledi, örf ve âdetlerini dikkatle not etti. Kendini utangaç hisseden ve onlara nasıl yaklaşacağından emin olamayan Dostoyevski onları bilardo oynamaya davet etti. Oyuna yabancıydı ve hiç de ilgi duymuyordu, doğal olarak epey bir para kaybetti. Ama bundan pişmanlık duymadı, çünkü bilardo oynarken ilginç gözlemler yapabilmiş, çok sayıda özgün ifadeyi not edebilmişti.40
Dostoyevski, hakkında hiçbir şey bilmediği bu ilgi çekici kesimi inceledikten sonra halkın ilgisini çekebileceğini düşünerek toplumun alt kesimini olduğu gibi betimlemeye başladı. Ama heyhat! Öncekinden daha da başarısız oldu. Rus halkı sefil insanlara ilgi duymaya hazırdı, tabii eğer Jean Valjean tarzında servis edilseydi. Tüm o menfur alçaklığıyla bu insanların gerçek yaşamı kimseyi ilgilendirmiyordu.
Dostoyevski güçlerine duyduğu güveni yitirmeye başlamıştı. Sağlığı bunu kaldıramamış, gergin ve histerik biri haline gelmişti. Epilepsi içinde gizleniyordu, onu fena halde baskılı-yordu.41 Dostoyevski toplum içine çıkmaktan kaçınıyor, saatlerce odasına kapanıyor ya da Petersburg’un en karanlık ve en ıssız sokaklarında dolanıyordu. Yürürken kendi kendine konuşuyor, el kol hareketleri yapıyor, yanından geçenlerin dönüp kendisine bakmasına neden oluyordu. Görüştüğü arkadaşları onun delirdiğini düşünüyorlardı. Bu renksiz, aptal şehir yeteneğini söndürmüştü. Üst sınıflar, Avrupalıların karikatürleri olmaktan ibaretti; Dostoyevski’ye büyük Rus halkıyla ilgili herhangi bir fikir vermeyen, aşağı ırklardan birine mensup bir kitleydiler. Dostoyevski’nin Avrupa’ya, Kafkasya’ya ya da Kırım’a gidecek kadar parası yoktu; o dönemde seyahat etmek maliyetliydi. Babam Petersburg’ta çürüyor, kendini yalnızca edebiyata adamayı isteyerek görevinden istifa edip Petersburg’a yerleşen kardeşi Mihail’le birlikteyken mutlu oluyordu. Mihail, Revalli bir Alman olan Emilie Dibmar’la evlenmiş, birkaç çocuğu olmuştu. Babam yeğenlerine