Lütfü Şehsuvaroğlu

Ordusunu Arayan Kumandan


Скачать книгу

tarif edilen ölüm de sonraki şiirlerinde yine bu çekidüzen verme isteği doğrultusunda mutmain bir nefsin bekleme duygusuna dönüşmüş; fakat ölüm korkusu, daima şairin bütün benliğini işgal etmeye devam etmiştir.

      “Bir oda yerde bir mum, perdeler indirilmiş;

      Yerde çıplak bir gömlek, korkusundan dirilmiş.

      Sütbeyaz duvarlarda, çivilerin gölgesi;

      Artık ne bir çıtırtı, ne de bir ayak sesi…

      (…)

      Sarkık dudaklarının ucunda bir çizgi var;

      Küçük bir çizgi, küçük, titreyen bir ân kadar.

      Sarkık dudaklarında asılı titrek bir ân;

      Belli ki birdenbire gitmiş çırpınamadan.

      Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm;

      Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm…”

      Bu tarif, bu gözlem, bu telaş, bu korku, bu ölü ve çevresinin her anını teşhis ve tespit, şairde ölüm korkusunun ve onun yarattığı metafizik duyuşların, daha şairliğinin ilk dönemlerinden itibaren karakterini biçimlediğine delildir.

      Mehmed Akif’in şiirindeki o zengin resim, toplumcu şairin ruhçu ama kendi benliğini, şair ruhunu fazla şiirine katmadan tebellür etmektedir. Necip Fazıl’da ise bizde eksik olan kişisel zaafların, benliğin, korkuların, nefsin doğrudan şiirdeki bu resmin mütemmim cüzü hâline geldiğini görüyoruz.

      “Ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek.

      Koklarken küllerimi mezarımda bir böcek

      O kadar yanacak ki bir yüksüklük toprağım,

      Yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım!

      (…)

      Bir tatlı vehim gibi içimi bayıltacak;

      Toprağın, koşacağım, üzerinde yalnayak;

      Şehrin dolaşacağım kuş gibi etrafında;

      Bir beyaz hayaletin upuzun çarşafında,

      Gezeceğim, doğduğum evin odalarını…”

      Çocukluğuna, doğduğu evin odalarına kadar uzanan şair, bütün şiir dünyasını şekillendiren konağın hem kavram ve değerlerini yaşamakta; hem de o ev, onun dünyevi hayatının ve ötelere açılan kapıların leitmotive’i olmaktadır. Evin odaları, kimi zaman otel odalarına, münzeviliğinin tabii çevresine dönüşüyor; kimi zaman da bir tabut hâlini alıyor.

      “Her yandan küçülen bir oda gibi,

      Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.

      Sanki bir taş bebek kutuda gibi,

      Hayalim, içinde uzanmış kalmış.

      (…)

      Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!

      Tabut değildir bu, bir tahta kundak.

      Bu ağır hediye kime gidecek,

      Çakılır çakılmaz üstüne kapak?”

      Bu bölüm sonunda da bazıları eski döneme, bazıları yeni döneme ait beyitler yer almaktadır. Edebî metinlere çokça girmiş bir uyarıdır bu:

      “Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;

      Soruversem: Haberin var mı öleceğinden?”

      1977 yılına ait bir beyitle de bölüm sonunda yine ölüm gibi çetrefilli bir kavram hizaya sokuluyor:

      “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…

      Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?…”

      Kaldırımlar Şairinin Şiir Dünyasında İki Şehir

      Şehir, şairin baş tacı kavramları arasındadır. Doğduğu konak, konağın içindekiler, kadın, sevgili, anne, nefs-insan, ölüm hissi, sokaklar, kaldırımlar hep o şehrin fikirleridir bir anlamda… Kaldırımlar şairi olarak da bilinen Necip Fazıl’ın bu şiiri “Şehir” bölümünün ilk şiiridir. “Kaldırımlar” üç şiirdir. Burada da daha sonra “Çile Şairi” olacak olan Üstad’ın, geceleyin sokağı tarif edişiyle başlar şiir. Sokakta, geceleyin, bir adam yürümektedir ve bu adam kendinden başkası değildir; şair handiyse bu adamı bir başka gözle takip etmektedir:

      “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;

      Yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum.

      Yolumun karanlığa saplanan noktasında,

      Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.”

      Kaldırımlar, şairin benliğiyle o kadar sarmaş dolaş olur ki; artık o, tıpkı kadın fikri gibi bir fikirdir; çilekeş yalnızların annesi olur bazen, bazen de o fikri oluşturacak olan içinde kıvrılan dildir. Kaldırımların çocuğu, onlardan anne şefkati gördüğünden emindir ve ölürken de onun kucağında olmak istemektedir:

      “Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;

      Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.

      Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,

      Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi…”

      Ölürken erişilmeyecek bir eş hâline dönüşen kaldırımlar, bir şiirle yetinilmeyecek bir kavram olup çıkmıştır şair için. İkinci şiirde artık bir gayedir o. Bir postnişin. Onu bataktan çekip çıkaran bir mürşit. Fahişe yataklardan kaçtığında ruhunun ateşini söndürebileceği sığınak.

      “Başını bir gayeye satmış kahraman gibi,

      Etinle, kemiğinle sokakların malısın!

      Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,

      Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!”

      İkisinin de ne eş ne arkadaşları vardır; sükût gibi münzevi, çığlık gibi hürdürler. Birbirini en iyi ancak ikisi anlayabilir. Kaldırımlar geceyi öyle bir hâle sokar ki gecenin kendisi bile bir kadın, bir esmer kadın olur.14

      Şehrin parçalarından biri de otel odalarıdır. Gerçekte “Şehir” bölümü ile “Ölüm” ve “Kadın” bölümleri iç içedir. Bunların hangi bariz vasfından ötürü o bölümde yer aldığı tartışma götürür.

      “Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,

      Otel odalarında, otel odalarında!..”

      Şehir şair için hep hafakanların, yalnızlığın, kadın ve ölüm duygusunun depreştiği yerlerin yekûnudur. Şehir bölümünde yer alan “Otel Odaları” gibi “Bacalar”, “İstasyon”, “İskele”, “Sokak” şiirleri de ölüm, yalnızlık, beklenen sevgili vs. duyguların ferdîmünzevi bir şairin içe dönük eserleridir. Bu bölümde farklı olan ve şehre değerleriyle birlikte bir kimlik izafe eden; şehri İstanbul olarak ayırt eden iki büyük şiir vardır: “Canım İstanbul” ve “Karacaahmet”.

      “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

      Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

      İçimde tüten şey; hava, renk, edâ, iklim;

      O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.

      Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

      Ay