Lütfü Şehsuvaroğlu

Ordusunu Arayan Kumandan


Скачать книгу

bir doğum sancısıdır. Böyle bir doğum aynı zamanda mukaddes emanetin de taşıyıcısı olacaktır.

      “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!

      Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!”

      Bu gelen Yeni, statükocular tarafından, bu çürümüşlüğün mimarları ve bekçileri tarafından “gerici” yaftasıyla suçlanabilir. Bu suçlayıcılar aslında yükseldiklerini sanırken gerçekte zamanı kokutmakta ve alçalmaktadırlar. Bir saman kâğıdından kopya almanın dışında bu taklitçiler hiçbir şey yapmamaktadırlar. Devrim diye yaptıkları da masaldan ibarettir ve yeniye tahammülleri yoktur. Ne yazık ki bu solmaz, pörsümez yeni, çirkine mahkûm edilmiştir. Bütün iş onu özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bir gün hesap görülecek ve gerçek inkılap zuhur edecektir.

      “Bekleyin, görecektir duranlar yürüyeni;

      Sabredin gelecektir, solmaz pörsümez Yeni!”

      Necip Fazıl’ın ikinci dönem şairliğinin aynı zamanda “Büyük Doğu” dergisi ve mücadelesi sürecinde geliştiği bilinmektedir. 1947’de yazılan bir başka şiir de “Destan”dır. Onda da inkılap kavramıyla cebelleşme devam etmektedir. Kalabalıklar nereye gittiğini bilmemektedir ve bu kör gidişe dur demek vaktidir:

      “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” haykırışıyla başlayan şiir, tarihimizden, benliğimizden, kimliğimizden büyük kopuşa işaret etmektedir.

      “Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey.” diyen şair, çöküşü, Sodom-Gomore, Bizans ve Roma’nın çöküşüne benzetmektedir. Şiirde aynı zamanda ekonomik çöküntü ve toplumsal parçalanma da anlatılmakta; gelir dağılımı adaletsizliğine işaret edilmektedir. “Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.” şeklinde açıklanan bu taksimin, kurt tarafından bile yapılmayacağı ileri sürülmektedir. Meselesiz ve gerçeksiz hayat, bir kubur faresini andırmakta; karaborsa toplumu sarmalamaktadır. Böyle bir toplumda siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilaçtır. Bülbüllerin vakvaktan dil öğrenmeleri emredilmekte, tarih kitapları ise balığın tırmandığı kavaktan bahsetmektedir. Arslan hakikat ispinoz kafesindedir; vatan ise dalkavuk kefesinde tartılmaktadır. Mukaddes emaneti ne yaptık diye canhıraş bir feryatla soran şair, daha da ileri giderek bu tiyatroyu çok daha acıklı ve alaycı hicvetmektedir:

      “Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;

      Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.”

      Gerçekten de Sakarya ile bu mukaddes emanetin yılmaz bekçisi seçilmiş millet, şanlı bir direniş göstermiş; suyu yokuşlara doğru akıtmayı bilmiş ve fakat sonradan yaptığı eldiven ve şapkadan ibaret inkılaplarla şanını ilerletememiştir. Bu şiirde “inkılap” kelimesinin daha önceki baskılardaki yerinde üç nokta olduğunu biliyoruz. Bu mükemmel hicviye, aynı zamanda Türk milletinin acıklı bir destanıdır da. Üç noktanın söylediği çok şey vardı mutlaka ama artık son baskılarda açık bir tenkit hâlinde şair, “angaje” tarafa son noktayı koymak durumunda kalmıştır.

      1947 şiirlerinin biri de tek beyit hâlindeki “Surda Açılan Gedik”tir:

      “Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!

      Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!..”

      “Büyük Doğu” mücadelesi şairin ikinci dönem şiiriyle teçhizatlandırılarak surda bir gedik açılmasına sebep olmuştur. Artık beis yoktur. İz vurulmuştur. Artık gam yoktur. Gerçekten de camide mahpus Müslüman tipi sokağa taşırılmış, entelektüel seviyede tartışma alanı bulabilmiştir. Bu çok önemli işlevi, şairde zaten güçlü olan benlik duygusuyla da takviye olunarak, kendiyle birlikte bütün cemiyeti (ya da cemaatleri) öz güvene ulaştırmıştır. Öz güven aşılayan bir başka şiiri de “Şarkımız”dır.

      “Kırılır da bir gün bütün dişliler,

      Döner şanlı şanlı çarkımız bizim.

      Gökten bir el yaşlı gözleri siler,

      Şenlenir evimiz, barkımız bizim.”

      Yokuşlar kaybolacak, düze çıkılacak ve sonu gelmez gündüze kavuşulacaktır. Dil, tarih, ahlak ve iman kurtulacak; şarkımız her tarlayı sulayacaktır.

      “Gideriz nur yolu izde gideriz,

      Taş bağırda sular dizde gideriz,

      Bir gün akşam olur, biz de gideriz,

      Kalır dudaklarda şarkımız bizim…”

      Bu güzel şarkı da 1964’te şairin üçüncü devreye hazırlandığı zaman yazılmıştır. Yine aynı yılda “Tohum saç, bitmezse toprak utansın! / Hedefe varmayan mızrak utansın! / Hey gidi küheylan, koşmana bak sen! / Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!” gibi müthiş bir öz güven duygusu aşılayan ve her mısrayı güçlü nidalar hâlinde ortaya çıkan bir şiir de bu açıdan yine bir Necip Fazıl klasiği olarak tebellür etmiştir.

      Son dava şiiri olarak “Zindandan Mehmed’e Mektup”a yer vermek gerekmektedir. Zira Üstad’ın dava adamlığı aynı zamanda mahpusluğu ile atbaşıdır ve sıklıkla içeri giren ve sıklıkla yargılanan Üstad’ın ölüm döşeğindeyken bile birçok davası devam etmektedir. Bu şiir 1961’de yazılmış ama bugüne kadar güncelliğini sürdürmüştür.

      “Zindan iki hece, Mehmed’im lafta! / Baba katiliyle baban bir safta!” diye başlayan şiir, cezaevini anlatmakta ve bu sefer şair, koğuşu, zindanı ana rahmi olarak telakki etmektedir. Böylece doğuş, bu zindanlardan olacaktır.

      “Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;

      Karanlığında nur, yeniden doğuş…

      Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!

      Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!

      Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!”

      Artık oğlu Mehmed’e öz güven aşılamalıdır. Nasıl ki dava, “Büyük Doğu” cemiyetinin farkına vardığı mesaj olmuştur; bu sefer içeride olan babanın evladına bir mesajı olmak gerekir. Mehmed sevinmelidir, babası eve dönse de dönmese de sevinmelidir. Zira bu tekerlek, tümsekte kalmayacaktır artık.

      “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!

      Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir!”

      Necip Fazıl’ın şiirinde üç dönem var. Birincisi etkilendiği çevrenin, konağın ve Fransa’nın şiiri. Bodler’den etkileşim; diğeri 1934 sonrası Abdülhakim Arvasi ile karşılaşmasından sonraki dönem; üçüncüsü de yine kendi sentezini bulduğu son dönem.

      Mahkeme salonları, dergi yazıhaneleri, kahvehane köşeleri Üstad’ın Büyük Doğu ordusunu isim isim, baş baş teşkil ettiği mıntıkalardı.

      SENARYO

      “Senaryo Romanlarım” adında, henüz senaryo yazarlığının revaçta olmadığı bir zamanda bile adını kendi verdiği, sadece senaryolarını topladığı bir eseri de bulunan Necip Fazıl’ın birçok senaryosu filme de çekildi. Yönetmen Yücel Çakmaklı, “Deprem” ve “Sen Bana Ölümü Yendirdin” adındaki senaryoları filme aktararak “Çile” ve “Zehra” adıyla vizyona soktu. Necip Fazıl’ın oyunlarından “Bir Adam Yaratmak” daha Muhsin Ertuğrul zamanında sahneye konduğu gibi, günümüze kadar da hem sahnede hem de beyaz perdede defalarca gösterime girmiştir. Mesut Uçakan