Lütfü Şehsuvaroğlu

Ordusunu Arayan Kumandan


Скачать книгу

yine de arada ölüm duygusunu ve tahlillerini ifade etmekten imtina edemez. Minareler şehadet parmağı gibi göğe yükselirken; Üsküdar’da evlerin camları her akşam batan günün yansımasıyla yangın yerine dönüp de cumbalı odalarda “Kâtibim” çalarken; ölümün yani tarihin, mezardakilerin, yaşanan hayattan daha canlı bir mahiyet arz ettiği, daha canlı unsurlar ihtiva ettiği hatırlatılır.

      “Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;

      Servi, endamlı servi, ahirete perdelik…

      Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at;

      Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat…

      Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;

      Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?

      Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;

      Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet…

      O manayı bul da bul!

      İlle İstanbul’da bul!

      İstanbul,

      İstanbul…”

      Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar; güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyardır.

      “Karacaahmet” şiirinde de hayattan daha canlı emareler taşıyan ölüm, kutlu bir müjde ve tarihten bize kalan emanetler gibi durmakta ve terk-i diyar edişte, bir ulvi diriliş umulmaktadır. Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet! Al sana derya gibi sonsuz Karacaahmet! Sahici belde burasıdır. Bu mezarlıkta sonsuzluk duygusu vardır ve gidenlerden kalan her şey bulunmaktadır. Burasıdır varlığa geçit veren nokta. Ölüm duygusu burada ebedî gençlik hissiyatına dönüşür. Ölüler oradan yaşayanları, yaşadığını zannedenleri süzmektedir. O ölüler ki sıfırlarda rakamları bulmuşlar; fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar…

      “Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!

      Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!”

      Şehirden kaçış tabiatadır; kıra, köye, sazdan kavala doğrudur.

      “Al eline bir değnek,

      Tırman dağlara, şöyle!

      Şehir farksız olsun tek,

      Mukavvadan bir köyle.

      Uzasan, göğe ersen,

      Cücesin şehirde sen;

      Bir dev olmak istersen,

      Dağlarda şarkı söyle!”

      Tabiat Şiirleri

      “Tabiat” bölümünün başındaki şiir. “Şehirlerin Dışından” adını taşıyor. Şair şehirden köye çağırıyor bizi. Bu çağrı, senaryolarında, tiyatrolarında da var.

      “Kalk arkadaş, gidelim!

      Dereler yoldaşımız,

      Dağlar omuzdaşımız,

      Dünyayı seyredelim,

      Şehirlerin dışından.”

      Gerçek renkler, kokular, ilişkiler, gerçek hayat, şehirlerin dışındadır. “Hayat neymiş görürsün!” diyen şair, şehirdeki kölelerin esaret hayatı sürdüğü kanısındadır. “Bırak keyfini sürsün, şehirlerin, köleler!”

      “Kalk arkadaş, gidelim!

      İnsanın unuttuğu

      Allah’ı zikredelim;

      Gül ve sümbül hırkamız,

      Sular, kuşlar, halkamız…”

      1926’da yazılan bu şiir, Anadolucu felsefenin şairi doğrudan etkilediği sonucunu çıkarmaktadır. Arvasi Hazretleri’yle buluşmasından çok öncesine ait olan bu şiirde de Allah zikredilmektedir ve Anadolucu bir çizgi terennüm edilmektedir. İlk dönemlerinde şairde hafakanlı, şehrin vesvesesi ve velvelesinin ağır bastığı şiirler yanında; tabiata yönelik Anadolu halk şiiri ile felsefesini buluşturan şiirler de şairin estetik dünyasını şekillendirmektedir.

      Su şiirleri de Üstad’ın fikriyatını ortaya koyan küçük ama önemli şiirlerdir. Beyitler hâlinde 1980’de yazılmış sekiz adet şiirdir. “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış.” diyen ve poetikasının nirengi noktasına “Mutlak Sanatkâr için sanat”ı koyan şairin, varlıkların en ebedîsi olan “su”yu bulması, ölümüne yakın olmuştur. Cennetteki nurlu kevser, şaheser bir arıtandır.

      “Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce;

      Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce.”

      İnsan, ana rahminde suyun içinde yaşar; doğunca su ile yıkanır, ölünce de su ile yıkanıp defnedilir. Su, gökle toprak arasında kendi mecrasında akıp durur. Yaradılış hikmetini çözebilmek için suyun bu mecrasının farkına varmak gerekmektedir.

      Hareket felsefesinin özünde, Allah’a yakın olan, bu yaratılmışların en ezelîsi ve en ebedîsi bulunmaktadır. Suyun sesi esrarlı bir mırıltıdır ve zikir, ahenk, şırıltı bize ilahi bir beste olarak insanın sorumluluğunu hatırlatır. Eşyayı ve insanı kemiren paslardan kurtulabilmek için suya ihtiyaç duyulmaktadır. Su, yerde kire battığında buluta çıkar ve temizlenir. Bu eşsiz devinim, tabiatın özü, bu sirkülasyon suyun şekil-üstü bir ruh olduğunu hatırlatır. Suyun rengi bütün renklerin fevkinde ve bileşimindedir. Su duadır; su yakarıştır, berraklıktır, safiyettir. Su medeniyeti, aynı zamanda şiir medeniyetidir. Türk, İslam veya Osmanlı medeniyeti gerçekte bir su ve şiir medeniyetidir.

      Necip Fazıl’ın Şiirinde Kadın

      Kadın şiirleri Üstad’ın şiir dünyasında özel bir yere sahiptir. Kadın üzerine yazılan birçok şiir ne yazık ki reddedilmiş; ilk dönemlere ait bazı şiirlere ise sahip çıkılmıştır.

      “Ne hasta bekler sabahı,

      Ne taze ölüyü mezar,

      Ne de şeytan bir günahı,

      Seni beklediğim kadar.

      Geçti istemem gelmeni,

      Yokluğunda buldum seni;

      Bırak vehmimde gölgeni,

      Gelme artık neye yarar?”

      Kadın şiirlerinde Necip Fazıl’ın en gizemli duyuşları bulunur; onun en güzel şiirleri kadın konusundaki şiirleridir. Zira kadın bir fikirdir. Onda, ölüm duygusu, çile, kahır, yalnızlık, hayal, rüya, şehir, şeytan, nefs, hasta, beden, haykırış, korku, hafakan, daüssıla, cinsellik, tereddüt, vuslat vs gibi çok zengin duyuş ve kavramlar yer alır.

      “Bekleyen” şiirinde şehir, ölüm ve diğerleri baskın kavramlardır.

      “Sen kaçan bir ürkek ceylânsın dağda,

      Ben peşine düşmüş bir canavarım!

      İstersen dünyayı çağır imdada;

      Sen varsın dünyada, bir de ben varım!

      Seni korkutacak geçtiğin yollar,

      Arkandan gelecek hep ayak sesim.

      Sarıp vücudunu belirsiz kollar,

      Enseni yakacak ateş nefesim.

      Kimsesiz odanda kış geceleri,

      İçin ürperdiği demler beni an!

      De ki: Odur sarsan pencereleri,

      De ki: Rüzgâr değil, odur haykıran!

      Göğsümden