kalmıştı. Tsunamiden sonra denizde meydana gelen dalgalanma gibi çıranın ışığı önce çekildi, sonra bir canlının yaşama aşkı gibi gür bir şekilde parladı. Daha sonra veda şarkısı okuyormuş gibi yana eğilerek lambanın duvarlarına sarıldı. Sanki şimşek, ışığının karşısında acizliğini anlamıştı. Yerden fışkıran çeşme suyunun kaynaması gibi ışığı yükseldi ve söndü. Siyah bir is, lambanın iç duvarlarına yapıştı.
Etraf zifirî karanlık olmuştu. Merdivenlerin başında duran evin hanımı yavaş bir sesle: “Ragif!” diye seslendi. Ana oğul, çakmak taşını fitilin yanında birbirine ne kadar sürdülerse de fitil tutuşmadı. Evin hanımı birkaç denemeden sonra ümitsizce:
– Bu fitil bir daha yanmaz, diyerek belini doğrulttu.
III. BÖLÜM
Komşu köyde bulunan Rus okulunda, Azerbaycanlı olarak Kabil’den başka hiçbir öğrenci yoktu. O da beşinci sınıftan sonra bu okula geçmişti. Çar ve Sovyetler Birliği’nin tarihini, rejimin kurallarını, yönetim metotlarını iyi bilenler bile beşinci sınıfın üstündeki çocukların her biri için askerî bölümde özel bir şube olduğunu akıllarına getirmemişlerdi. Buraya seçilen çocuklar yetenekli, özel becerilere, derin analiz gücüne, keskin bir hafızaya sahip, inatçı, duyarlı, sakin olduğu kadar sert tavırlı ve nihayet fikirlerinden dönmeyecek kadar kararlı bir şekilde yetiştiriliyorlardı. Dahası, Kabil henüz daha alt sınıftayken beynine, gerçek bir Sovyet vatandaşı olmanın yolunun askerî doktor olmaktan geçtiğini yerleştirmişlerdi.
O ise babası ve komşuları Samad Bey de dâhil olmak üzere akranları ile yaptığı sohbette askerî doktor olma kararını kendisinin aldığını söylüyordu.
İran, Türkiye, Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’da görevlendirmek üzere bütün alanlarda istihbaratçı yetiştirmek için genç ve yetenekli insanlar arasından seçim yapmak üzere Kafkasya’daki bütün askerî birliklerde özel şubeler oluşturulmuştu. Bu şubelerin ikinci bölümleri bu eğitimler için görevliydi.
Elbette yeni yetişen genç Sovyet vatandaşları, kendileri hakkında karar verecek olan rejimin planlarından habersizdiler. Kabil de etrafında olanlardan habersiz bütün gücünü ilim ve eğitime vermişti.
Rus okulu ile köyün arası dört beş kilometre vardı. Köyün öğrencileri askerî birlikteki konsere davet edilmişti. Geri döndüklerinde Kabil ile Nisgil tesadüfen yol arkadaşı olmuştu. Her ikisi de 9. sınıfta okuyordu. Bu yolculukta yol kenarında bulunan bütün ağaçlar, onların üstündeki kuş yuvaları, meyvelerin tadı, irili ufaklı bütün çalılar onların gözlerine farklı görünüyordu.
Bu yolu defalarca aileleri ile birlikte gitmişlerdi ancak şimdi her şey daha farklıydı. İki genç, dersleri ile ilgili konuşuyorlardı. Nisgil, Kabil’in kendi okullarından ayrıldığından beri çok değiştiğini fark etmişti. Konu doğa olaylarına geldi.
Nisgil:
– Bana göre rüzgâr doğanın konuşma tarzıdır. Yağmur ise öksürük ilacıdır. Rüzgâr yavaşça eser, bazen hızlanır. Öksürük rüzgârı alınca kendisini tutamaz. İşte o zaman yağmur imdada yetişir. Rüzgâr ne kadar hızlı eserse essin, üstüne yağmur yağınca sakinleşir.
Nisgil, bütün bunları Samad Bey’in tatlı sohbetlerinden duymuştu. Şimdi ise kendi düşüncelerini anlatıyordu. Daha sonra sohbet ders dışına çıktı. Kabil, “Uzak Sahillerde”24 romanından söz ederek kendisini romanın kahramanı Mehdi Hüseyinzade gibi gördüğünü söyledi. Ancak Sovyet okullarında genelde barış anlatılıyordu. Bu nedenle kimse savaş olacağına inanmıyordu. Nisgil de bu romanı merakla okumuştu. O da Anjelika gibi sevmek istiyordu ama kaderinin ona benzemesini istemiyordu.
“Uzak Sahillerde” filmi onların bir dahaki görüşmeleri için bir bahane oldu. Onlar da gizli görüşmelerini her cuma günü akşam saatlerinde kütüphanede yapmaya karar verdiler. Bu karara göre ertesi gün kütüphaneye giderek “Uzak Sahillerde” kitabının bazı bölümlerini beraber okuyacaklardı.
Ertesi gün Kabil kütüphanenin kapısında heyecanla bekliyordu. Ancak kütüphanenin kapısında antika bir siyah kilit görünce içinde tuhaf duygular uyandı. Sanki bu kilit, onların gitmek istedikleri hayat yoluna vurulmuştu. Ortalarda kütüphaneci de yoktu. Biraz bekledikten sonra Nisgil’in de gelmediğini görünce pişmanlık içinde evine doğru yürümeye başladı.
Bir dahaki görüşmeleri bir ay sonra oldu. Birlikte kütüphaneye gittiler ama orada okumak için fırsat bulamayacaklarını anlayınca akıllarına bir fikir geldi: kitabı çalacaklardı. Ancak bu fikir içlerine sinmiyordu. Biraz düşündükten sonra “Uzak Sahillerde” kitabını çalmak zorunda olduklarını anladılar. Çünkü iri siyah gözlü, her zaman gülümseyen kütüphaneci Sedaget Hanım, okuyucuların aldıkları kitapları okuyup okumadiklarini sorarak kitabın bir haftadan fazla kalmasina izin vermezdi.
Rus Diki’ndeki kütüphanenin bütün duvarlarında pencereler vardı. Onlardan iki tanesi Aras Nehri’ne bakıyordu. Kitapla beraber pencerenin karşısında oturarak ortalığın biraz kalabalıklaşmasını beklediler. Karşı karşıya oturmuşlardı. Kitap okuyorlardı ama aslında birbirlerini süzüyorlardı. Sessizlerdi. Kaç gündür çiseleyen yağmur birden sağanak hâline döndü. Pencereden dışarı baktılar, hiçbir şey görünmüyordu. Az sonra bir karaltı seçildi. Omuzlarına attığı kepeneğin içinde tepede durmuş Aras’ın karşı kıyısını seyreden bu adam çoban Amid’di.
Amid’in yaşamını, taşıdığı sırları yazan olsaydı kitaplara sığmazdı. Bu iki genç nereden bilsinler ki bu gördükleri adam, “Uzak Sahillerde” kitabındaki yenilmez adam Mehdi Hüseyinzade kadar canlı yiğit “yakın sahillerdeki” adamdı. Bu iki kahraman arasındaki tek fark birinin Alman faşizmine, diğerinin Rus faşizmine karşı savaşmalarıydı. Bu iki genç nereden bilsinler kendi tarihleri sahteleştirilmiş, kimlikleri unutturulmuş, kahraman evlatları bir şekilde yok edilmişti…
Nahçıvan’da Sovyet egemenliğinin kurulması bölge için büyük tehlike yaratmıştı. SSCB ile Türkiye’nin ilişkilerinde oluşan her gerilimden ustalıkla faydalanan Ermeniler, Nah-çıvan Özerk Cumhuriyeti’ni Ermenistan’a bağlamak için her türlü hileye başvurdular. Mantıksız olarak iddia ediyorlardı ki Nahçıvan isminin sonu “van” ile bittiği için bu torpaklar onlara verilmeliydi. Yani bir zaman sonra utanmadan Tayvan için de bunu iddia etmeleri mümkündür. Çünkü onun da sonu “van”la bitiyor. Ermeniler, Nahçıvan’a ait bu konudaki bilgileri halktan gizlemeye çalışsalar da bu mümkün olmuyordu. Bunun sonucunda 1930’un ilk günlerinden başlayarak Nahçıvan MSSR’de Sovyetler aleyhine isyanlar başladı. Nahçıvan’ın dağlık bölgelerinde bu isyanlar daha uzun süreli olarak devam etti.
İsyanların en güçlü üyeleri Keçili ve Nahacir gruplarına katılmışlardı. Gaçay da isyanların ilk gününde Nahacir grubuna katılmıştı. Nahçıvan bölgesinde ordu olmamasından istifade ederek Sirab, Erezin, Ebregunus köylerinin de isyancı gruplara katılmasını sağladı. Keçili, Şahbuz isyancı grupları da onlarla birleşmişti.
Bolşeviklere karşı isyan eden gruplardan birisi de Şahbuz kazasında başlayan Keçili İsyanı’ydı. Yirmi bir yaşındaki Gaçak Guşdan Harekâtı kısa zamanda genişledi. Genç yaşında millî özgürlük uğrunda mücadele eden Guşdan, yedi yıl boyunca Keçili’yi saran dağlarda yaşadı. Hükümetin ajanlarına ve tüm korkulara karşı yolundan dönmedi. Bir müddet sonra da Gaçay’la dost oldular.
Gaçak Guşdan’ın adamları Kolanı’dan epeyce uzakta kurdukları pusuda artık orta yaşlara gelmiş olan Gaçay’ı yakaladılar.