ardından kara kabuk bağlayarak iyileşti ve yeniden deriye dönüşüp kafamızda saç çıktı. Caylıbay’ın başı yassı kavun gibi uzundu, benim ise tepem sivriydi. Allah nasip etmeyecek ya, benim eski sık saçım, ilkyazda biçilip güze değin gün altında yatan ve çoğu yele savrulan ot gibi seyrekleşti; Caylıbay’ın çölün sorguç otu gibi seyrek eski saçı ise sık ve dalgalı bir şekilde çıktı. Başının yassı kavun biçimindeki uzunluğu da fark edilmez oldu. Benimkiyse, işte, eskisinden daha sivri bir biçim aldı. Başının üstünü ev sahibine gösterdi: Neden? Neden Caylıbay’ın işi sürekli rast gidiyor da benimki niye geri gidiyor diyorum.
Ben de hiçbir şey anlamadım dercesine omzunu kaldırdı ev sahibi.
– Sekizinci sınıfı bitirdiğimiz yıldı… Asıravbay konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü: Beni şeytan dürttü. Her hâlükârda öğretmen olacağım hayalinden olsa gerek, öğretmen okuluna girelim diyerek Caylıbay’a aman vermedim. O vakitler şehri kim görmüş, karmakarışık bir dünya… Babamın verdiği adresle, gün boyu yürüdükten sonra amcasının kızının evini güç zorla bulduk. Akşam yemeği yerken ablamız “Paranız varsa evvela güzelce bir giyinin, yoksa bu kılığınızla milleti ürkütürsünüz.” dediği için ertesi gün alışveriş merkezine gittik. Orada ilk gözümüze ilişen, alışveriş merkezinin pencereleri önünde duran iri iri kız mankenler oldu. Çok şık bir şekilde giyindirmişler. Evvelce böyle bir şeyi düşümüzde bile görmeyen biz zavallılar olağanüstü şaşkınlık içindeyiz. Şaşkınlığımız batsın, dünür, siz şu itliğimize bakın şimdi. Yahu diyoruz, bu manken kızların başı, ayağı, eli, yüzü, ipince beli var, peki ya şeyi… Şeyini göreceğiz diye kimseye çaktırmadan eteklerini kaldırıp altına da baktık ya…
Ev sahibi gülümsedi.
– Acayip olmuş.
– Yok, hayır, dünür; acayipliğin dik âlâsı öğretmen okulunda oldu; çekiştire çekiştire götürdüğüm imtihanı Caylıbay verdi, ben ise veremedim. Ömrümde bu kadar utanmamıştım. Başkası şöyle dursun, Caylıbay’ın bile yüzüne doğru dürüst bakamadım. Hakkını yemeyelim, ben imtihanı veremeyince Caylıbay da belgelerini geri aldı, avıla birlikte döndük. Söyler misiniz, dünür; her yere birlikte gidip her yerden birlikte döndüğümüz o günler nerede kaldı? Önceleri bir olan yolumuz sonra neden ona, yüze bölünerek bölük bölük olup gidiyor? Takdirden mi? Tamam, öyle olsun lakin neden ara sıra kesişip bireşmiyor?.. Yarın bir gün, Allah uzak etsin, hepimiz küçücük patikalara dönüşüp ot saman içinde yolsuz izsiz kaldığımız zaman ne yapacağız?
– Üzülmeyin lütfen dedi ev sahibi.
– Üzülmemek elde değil dedi Asıravbay. Üzülmezsek ümit tükenir, hayal biter. Benim ümidim Kökmoynak’ımdır. Kadimden beri odu sönmeden, dumanı dinmeden yaşayagelen Kökmoynak’ın bengi yaşayıvermesidir. Hayalim ise Kökmoynak’ın oğlu ile kızının bunu bilmesi, buna kıvanması ve onun için ömür sürmesidir. Caylıbay, iki oğlum yurt dışında okuyor diyor, okusun. Peki, Kökmoynak’ın bugününü ve yarınını onun yurt dışında okuyan iki oğlu mu düşünür, yoksa Kökmoynak’ta sıvası sarkmış sürekli düşüp duran mektepte okuyan, giysilerinin biri uzun, biri kısa olan çocuklar mı düşünür?.. Bütün Kazak eline yarın iye olacak erin, belki de Kökmoynak’taki o sekiz yıllık mektepte okuyan çocukların arasında koşturup durmaktadır…
Dünürü uzun uzun yüzüne baktı.
Gecenin bir vaktine değin gevezelik eden, yattıktan sonra da döşeğinde uzun süre ağnayan, ancak tan atarken güç bela uykuya dalan Asıravbay düş görüyordu.
Kökmoynak’ın üstü boz duman. Kendisi kuyuda duruyor. Kuyunun ağzından biri el uzatıyor, bakıyor ki -o da nesi- kendisi…
Bir zaman sonra belinleyerek uyandı. Pencereden gün ışığı dökülüyor. Çıt sesi bile yok. Kafası karmakarışık. Giyinip mutfağa girdi, sofra hazırlanıp üstü örtülmüş. Kıyısındaki tepside ağzı açık bir zarf ve el kadar bir kâğıt duruyor. “Dünür!” Böyle başlıyor kâğıttaki not. “Evde azıcık birikmişimiz vardı, kabul edin, zarfın içinde. Mektebinize bir yardımı dokunur. Eliniz bollaşınca ödersiniz, acelesi yok. Sabah Manarbek’le de konuştum, oğlunuz ve gelininiz de bir şeyler yapar. Manarbek kendisi telefon edecek. Biz işe gidiyoruz. Bir şey lazım olursa buzdolabındadır.”
Asıravbay hemen zarfı aldı, içindekini saydı, tamı tamına bin dolar. Sevinçten oturduğu sandalyeden düşeyazdı. Ya Rabbi, bu dünür… Bir de oğlu ve gelin de verirse…
Kalkıp buzdolabını açtı, şişelere biraz göz gezdirdikten sonra “Hayır, Asıravbay…” dedi kendi kendine. “Artık unut bu belayı. Artık ırak olsun senden. Artık bu hayırlı işe temiz bedenle başla.”
Oğlu telefon edebilir düşüncesiyle banyoya telefonu da götürdü, sımsıcak suda güzel bir yıkandı. Yıkanırken de yıkandıktan sonra terleye terleye çay içerken de dünürü aklından çıkmadı. Neden böyle yaptı? Acıdı mı? Yoksa insanlık mı yaptı? Ara sıra bir araya gelmeleri dışında oturup derin derin konuşarak dertleştikleri de yok. Hakkında bildiği tek şey ana babasını çok erken yitirdiği için yetiştirme yurdunda büyüdüğüdür. Doğduğu avılı arayıp sormak gençlik çağında aklına gelmemiş; sonradan bulup gitmiş ama anlamış ki avıl ona, o da avıla yabancıdır. “Böylece avılsız Kazak olduk. Avılsız Kazak…” deyip derin derin iç çekmişti bir keresinde.
Nedense o anda Asıravbay’ın aklına Caylıbay’ın yurt dışında okumakta olan çocukları geldi. Şimdi onlar… Böyle düşünmeye devam ediyordu ki telefon zır zır çalarak düşüncesini böldü. Oğlu imiş.
– Benim, baba.
– Ha, Manarbek, iyi misiniz dedi heyecanla. İt eniği, şu babanı biri ala koyun tekmeleyerek zindana atsa da arayıp sormazsın yahu!
– Öyle demeyin baba! Birazdan gelip eve götüreceğim sizi. Giyiniverin.
– Hey, dur bakalım. Eve götürmeyi bırak şimdi. Şimdi onu düşünme; yeni eve tek başına, eli boş, odun gibi gitmek yol yordama uymaz. Çok yakın bir zamanda ananla birlikte geliriz. Ev alıp ayrıldığınızı bilmiyorduk.
– Şimdi baba, buraya kadar gelmişken bize uğramadan mı döneceksiniz?
– Söyledim ya. Sözümü dinle. En iyisi ben şimdi sana geleyim. Uğrayıp dükkânını göreyim. Sonra avıla gitsem iyi olur, ahali beni bekliyor. Kurban olduğum dünür aklıma bile gelmeyen bir iyilik yapıp…
– O kadar da gelininiz hazırladı, baba.
– Öyle mi?.. Asıravbay’ın göz çukuru ısınıverdi. Acayip bir şekilde duygulandı. İçinden “Gelininiz de…” dedi. “Gelini öne çıkarıyor, it oğlu it, karısını ölesiye seviyor demek…” deyip düşünecek vakit de buldu.
– Baba, araba tutup geleyim mi dedi Manarbek. Neden sesiniz çıkmıyor?
– Hayır, kendim gelirim. Dükkân pazarın hangi yanında? Gün doğusu tarafı… Adı?
– Meyram.40
– Bulurum, bulurum.
– Evin kapısını dışarıdan sertçe iterseniz kendisi kapanır, İngiliz kilidi ya…
– Asıravbay apar topar giyinip dışarı çıktı. Ayakları yere değmiyor sanki, yepyeğni. Gönlü de oldukça kedersiz. Oğlu ile gelininin yanında en çok yarın kalır, sonra ver elini Kökmoynak… “İşte getirdim…” diyecek. “İşte…” Büyük caddece araba, otobüs sağlı sollu akıp duruyor.