Nesipbek Dawtayulı

Yol


Скачать книгу

bağırarak hemen, bir anda gelen düşünceyi anında unutup gitmiş gibi.

      Caylıbay çıktı.

      – Aklıma bir fikir geldi.

      – Söyle.

      – Söyleyeyim, bana iki bin kadar gökkâğıt39 bul. Borç olarak tabii. İki kısrak var, buzağı dana var, satıp borcumu bu güz öderim.

      Caylıbay yanına geldi.

      – Neye lazım bu para sana?

      – Avıla götüreceğim. Sizin verdiğinizi söyleyeceğim. Boş elle gitmek ayıptır, hepimiz için ayıptır.

      – O kadar para elde bulunmaz dedi Caylıbay kayıtsızca. Gelen para gerekli yere harcanır.

      – Sende yoksa birinden alamaz mısın? Arkadaşın çok, itibarın da var diyerek yalvarır gibi yaptı Asıravbay.

      – Yanlış anlama dedi Caylıbay. Ben hiç kimseden borç isteyemem. Vazifenin konumu yüzünden böyle.

      – Yani…

      – Söyledim ya yanlış anlama diye. Dostu saatine baktı: İki olmuş, akşam eve gel; yemek yersin, bizde gecelersin. Şimdi benim toplantım var. Gücenme…

      “Kime güceneceğim. Benim gücenikliğim kimin umurunda artık…” cümleleri boğazına gelip gelip dayanmasına rağmen sesini çıkarmadı Asıravbay, sessizce çıkıp gitti.

      Hava gelirken açıktı, yağmur serpiştirmeye başlamış. Bir anda bin kılığa girersin dedi Asıravbay içinden; değiş bakalım değiş. Değişimden başka ne var bu yalan dünyada.

      Yol kenarında etrafı açık bir kafe gördü. Buraya nasıl ve niçin girdiğini kendisi de bilmiyor; yağmur düşmeyen orta masalardan birine oturuverdi.

      Garson kız elinde bloknotu ile kalemi, tık tık basarak geldi.

      Etine yapışmış bir pantolon giymiş. Ön taraftan kabarık kıymetlisi, art taraftan kalkık kalçası açık seçik fark ediliyor. Değiş… Bu da değişimin bir türü, değiş…

      – Ne dediniz? Kız bunun dişinin arasından çıkan fısıltıyı işitmişti sanki.

      – Hiçbir şey.

      – Girip içeride de oturabilirsiniz, dedi kız kırıtarak.

      – Boş ver, buraya getir.

      – Ne içersiniz.

      – Votka.

      – Ne kadar?

      – Büyük bardağa doldur.

      – Bizde kadeh var.

      – Ne varsa ona koyuver.

      – Yemek olarak?

      – Boş ver yemeği.

      – Belki salata? Mevsim salatası…

      – Tamam.

      Asıravbay bir kadeh dolusu votkaya uzun uzun baktı. Ağzına sürmeyeli birkaç yıl olmuştu. Çocukken sarılık geçirmişti, o meret karaciğerde bir iz bırakıyormuş mutlaka, bir zaman sonra ortaya çıkıp sızlatmaya başladı. Hekimin tavsiyesi: “Hayatın sana lazımsa içki içme…” Asıravbay şimdi kendisine ne lazım olduğunu bilmiyor. Lazım olan Caylıbay’ın yardımı, yardımıydı ancak artık yok. Ya hayat?.. Derin bir nefes aldı ve ağıyı içine çekiverdi… Hayat… Nedir hayat? İnsanların hayatı mı?.. Eğer öyle ise o vakit hayat da insanın kendisidir. Eğer insan hayatın kendisi ise… Yok, hayır… Hayat bütün dünyadır. Toprak, göl, bozkır, dağ, ırmak, okyanus, hava, dal, ağaç… Onun için bengidir. Kazakların “dünya yalan” demesi boş söz. Dünya yalan değil, insanın kendisi yalan… Dünya kendi biçimini korur, bozmaz. Lakin insan dönek, değişken. Öğleden önce gördüğün adamı öğleden sonra tanıyamıyorsun. O bugün söylediği sözü yarın unutup gidiverdi.

      Asıravbay akşamleyin dünürünün evine ateş gibi yanarak geldi. Ev sahibi şaşkın…

      – Dünürüm…

      – İçtin dedi. İçmesem olmazdı.

      – Dostunuzla mı?

      – Dost… Hangi dost? Dost nedir? Ne zaman, kim icat etmiş onu? Her şey yalan… Evvelce belki her şey gerçek idi fakat bugün yalan… En iyisi doldur, dünür.

      – Hay Allah, tamam dedi aklı kızıllı iki üç şişeyi alıp koştu.

      Yüz gram içtikten sonra Asıravbay gözyaşlarına boğuldu. Sebebi açıktı: İnsan yalan imiş demek. Yalan değilse dünkü Caylıbay nerede? Dünkü Caylıbay bugün neden başka Caylıbay? Niye bozuldu, niye kokuştu? Yoksa et yüreğini, yumuşacık bağrını aldırıp yerine demir yürek, taş bağır mı koydurdu?

      – Öyle bırakmayın kendinizi, dünür dedi dünürü teskin ederek. Her şey bir Tanrı’nın elindedir.

      – Tanrı’nın elinde… Peki, adaletin iyesi kim? Var mı? Varsa niçin nasibimiz eşit değil? Niye birileri sürekli yükselerek, birileri de sürekli alçalarak göçüp gidiyor bu dünyadan? Niçin Caylıbay, Almatı’daki gösterişli bir binanın başköşesinde, ben ise kör itin öldüğü yerdeki Kökmoynak’ın odu ile külündeyim? Kökmoynak avılı diye diye kendini bildi bileli çarık eskiten, eteği gözyaşı ile dolan benim ve benim başımda şu kötü şapka; onun başında ise parıldayıp duran baht… Tanrı diyorsunuz… Tanrı’ya ne yaptım ben?

      Benim suçum, enstitüyü bitirdikten sonra şehirde kalmayıp avıla dönerek Kökmoynak’ın çocuklarını okutayım, canım sağ olursa Kökmoynak’ta Bolşeviklere karşı çıkıp kızıl askerlerin kılıcıyla vefat edenler için anıt dikeyim deyişim mi?

      – Galiba kimisi başkasının mutluluğu, kendi mutsuzluğu için doğuyor, deyiverdi Asıravbay sonra. Eğer benim alnıma yazılan ikincisi ise razıyım. Koy azıcık, dünür.

      Ev sahibi kadehi doldurdu.

      – İşiniz rast gitmedi sanırım…

      – Rast gitse böyle oturur muydum? Uçardım uçar, Kökmoynak’a doğru uçardım. Asıravbay kadehi tokuşturmayı bile beklemeden dikti başına: Ne kadar ilginç, baksanıza dünür. Bugün düşünüyorum da sürekli Caylıbay ilerliyormuş, ben ise hep geride kalıyormuşum. Bakın ne kadar ilginç.

      Asıravbay içini döktü iyice:

      – Caylıbay’ın benden neresi artık idi? Ayyaş Botaş’ın da dediği gibi gökten zembille inmedi ya. İkimiz de sığır çobanı oğluyuz. Yünü didik didik olmuş yamalı yorganın altında birlikte yattık. Bitimizin sayısı da bir olurdu. Yediğimiz aynı yemek. Ancak sürekli onun yıldızı parlıyor. Çocukluğundan beri öyledir. Çocukken yaz boyu tırpancılara yardım ederdik. Çalışma günümüz de var. On on iki yaşlarındaydık tahminen. Bir gün Caylıbay dağdaki alaçığa bağsız, burnu küt, ele alınca yaylanıp duran bir lastik ayakkabı getirdi. Evvelce gördüğümüz bir şey değil. “Bu ne, iskarpin mi?” diyoruz. “Bot…” diyor Caylıbay. “Su geçirmiyor.” Bıldır ablası demir yolu istasyonuna kocaya varmıştı, “Güz çamurunda giyersin…” diyerek o satın alıp getirmiş. Caylıbay bize gösterip övünmek için evinden gizlice çıkarmış onu. Çok heveslendik. Sırasıyla giyip bakıyoruz, sırasıyla giyip yürüyoruz. Yazın en sıcak günleri. İki üç gün ya geçti ya geçmedi, ayağımız sasık sasık kokmaya başladı. Meğerse bot dediğimiz sıcak havada ayağı terletip kokutan bir bela imiş. Denemediğimiz ilaç kalmadı. Nihayet katık şifa oldu. Oldu olmasına ama Caylıbay’ın ayağı tamamen iyileşti, benimki ise azalmasına rağmen tam iyileşmedi. Ne korkunç bir şey! Onun sürdüğü katığı ben de