Dinis Bülekov

Yabancı


Скачать книгу

için gerildi ve nedense kendine mahsus bir hasretle söyledi:

      – Köy özletiyor…

      Bu sözleriyle o ne söylemek istedi ki, Ayıtkulov tam anlayamadı.

      – Biz şehir diye ağzımızın suyunu akıtıyoruz, – diye düşünmeden söyleyiverdi. Hürmet Safiç aniden kalktı. Uzun süre Ayıtkulov’a sınayarak baktı. Ondan sonra, onu sıçratıp, birden sordu.

      – İlğuca Giniyetoviç, bu iş yormadı mı?

      Ayıtkulov hemen nasıl cevap vereceğini de bilemedi. Endişelendi. Yoksa başka bir fikirleri mi var ki ülke komitesinin onun hakkında? İşi yürütemiyor desen, ilçe kendine düşen yükü gerçekten de taşıyor gibi. Lakin cevap vermeden susup kalmak olmazdı.

      – Nasıl söyleyeyim şimdi… – O bekledi. Birkaç ilçenin birinci sekreterini Ufa’ya tayin ettiklerini, yaşı dolanları da emekli ettiklerini hatırladı. Her zaman, eski parti üyesine isterse bir iş bulunur. Yüreği cız etti. “Daha erken değil mi ki?” diye bir düşünce geçti Ayıtkulov’un aklından.

      Batırşin, bu ağır hâlden kurtardı İlğuca Giniyetoviç’i.

      – Şimdi sen çalış, ilçe iyi gidiyor, – dedi o, ufuğa bakıp… – Bizim vazifeler heyecanlı, gerektiğinde, dayanıyorsun! Sadece bir şey yorulduğun zamanlarda rahatlık verir gönle: O da halka nasıl olur da faydalı oluruzu hissetmek. İlğuca Giniyetoviç, size de hiç böyle oldu mu?

      Ayıtkulov rahat bir nefes aldı. Hatta kendi de fark etmeden gülümseyiverdi.

      – Oldu, oldu, Hürmet Safiç. Biz şimdi burada ilçede…

      Batırşin konuşmayı böldü, fikrini toplayıp söze başladı. Galiba, kendini rahatsız eden bir şey hakkında konuşmak istiyordu.

      – Köyden doğru faydalanamıyoruz, – diyerek başladı ülke komite sekreteri. – Değer vermiyoruz. Biz ona hâlâ üvey olarak bakıyoruz. Bu yıl toprak bir miktar ürün verse de buna razıyız. Ekinini biçip alıyoruz da, vesselam, ekmek veren kara toprağı unutuyoruz. Yeni bir yaza kadar ne olursa olsun çalışıyorsun…

      Ayıtkulov, Hürmet Safiç’in bu fikirle derinlere dalıp gitmesinden endişelenip, dikkatlice hatırlatmak gerektiğini fark etti.

      – Biz şey, Hürmet Safiç, yayılmış çimenlerimiz olmayınca, o kadarını gözümüzün önüne getiremiyoruz. Her tarafımız, dağ da taş da, orman da.

      Batırşin ilçe sekreterinin konuya katılmasını takdir etti.

      – Öyleyse öyledir, ama sizin de toprağı bilip ondan faydalanmanız, kadrini kıymetini bilip hürmet göstermeniz, gerektiğinde ona yardım edip daha çok ürün toplamaya özen göstermeniz gerek, – dedi. – Mevcut toprağınızdan bugün 11-13 tsentner40 ürün almak çok az, İlğuca Giniyetoviç, çok az. Düşünüp değerlendiriniz bunu iyice. İlçe sadece kendisi için erzak temin etmelidir. Ekmeği de, hayvanlar için yem, karma yemleri de, sebze, meyve… Biliyor musunuz, yakın bir zamanda siz devlet menfaatlerini de düşünmeye başlamalısınız. Yerden, topraktan nasıl daha iyi faydalanılacağı yönünde ter dökmek gerek bugün. Gerekmeyen fazla yeriniz varsa, işleyiniz onu. Orman işletmesi etrafında da birkaç yıldır ardı ardına boş duran meydanlar göze çarpıyor. Yeniden ağaç dikilmemiş, burada mal güdülmüyor, e, hangi işlere gerek ki?

      Ayıtkulov gerçekten derin bir düşünceye daldı. Bu düşünce onun aklına daha önce de gelmişti. Şimdi bu el ulaşmıyor, vakit dar, başlayacak adam yok. Buna razı olduğunu belirtip, kafasını sallayarak oturdu.

      Ülke komite sekreteri gülümsedi.

      – Size, İlğuca Giniyetoviç, şehirden gelip öğretiyorum, – dedi samimiyetle. – Bunları siz de biliyorsunuz. Ama başka bir konuyu da hatırlatmam gerektiğini düşünüyorum. Bilindiği üzere sizin topraklarınızda da petrol incelemesi devam ediyor. Birkaç yerden petrol fışkırdığı malum. Sevindirici bir durum bu, elbette, çok da sevindirici. Ülkeye yakıt gerek. Ama biz kaş yapıyoruz deyip göz çıkarıyoruz bazı zamanlar. Şu petrolü döküp, toprağı telef ediyoruz. E, çok miktarda mazot sinen toprak, kendiniz de düşünüp bakınız, nasıl ürün versin? Bu, toprak öldü demektir.

      Batırşin düşündü. Ondan sonra yine devam etti.

      – Parti Ülke Komitesi buna çok büyük önem veriyor, İlğuca Giniyetoviç. Petrolcülere saygı gösterirken, bunları da unutmamanızı rica ediyorum. Örnek için uzağa gitmeyelim: Cumhuriyetimizin, petrol çıkan kuzeydeki ilçelerinin birisinde, meselâ, yüz hektara yakın yer telef oldu. Bu meydana eğer ekin ekilseydi, çok ürün alınırdı. Öyle değil mi? Yirmişerden hesaplandığında da iki bin tsentner. İşte bunun için böyle havası, dağları, ırmakları, gölleri olan, tarlalarının, ovalarının kadrini bilen adamların ömrünün geçtiği bugünkü köy, gerçekten özletiyor…

      Ülke Komite sekreteri saatine baktı.

      – Gecikmiyor muyuz? Hikâye anlatıp bekletmeyelim.

      Onlar kalktı. Arabaya binince, İlğuca Giniyetoviç:

      – Bu bakımdan düşünülmesi gereken yerler bizde de hâlâ çok – dedi. – Rezervler de var. Çalışmak gerek. Elbette, biz bunun için koyulmuşuz.

      – O Nurihanov adlı yiğidin iyi görünüyor, – diyerek tamamen başka bir şey söyledi Hürmet Safiç… – Konuşmasını beğendim…

      Bu sözler ile Batırşin ne anlatmak istemiştir, belirsiz kaldı. Onlar kadife kilim gibi yeşil ot kaplı havaalanına geldiler. Uçak bulunan dar patika bir yolun başındaki beyaz kanatlı AN– 2 uçağı, başkent misafirini bekliyordu.

      Yedinci Bölüm

      Tahta çit boyunca dikkatlice yürüyen Baygildi aniden durdu. Gündüz tam onun baktığı büyük kapı dibinde bir ışık göründü. A! Kim ki o?

      Baygildi çitlere sarılarak büyümüş olan kuş kirazı çalılığın yanına geldi ve ağaçların arasına gizlendi. Biraz önce yiğitler ile içtiği içkiden hafifçe başı dönüyordu. Ne kadar rahattı, vücudu gevşedi. Ayakları da kendi kendine yürüyor. O bugün çalışıp çok yorulmasına rağmen, vücudunda, bileklerinde bitmez tükenmez bir gayret hissetti. Bu gönlüne mutluluk hissi veriyor. Dayanamadı, eklemlerini çıtırdatarak avuçlarını yumruk yaptı. O, dikkatlice büyük kapı dibini gözetledi. Ah-ha, bu gölge değil. Gölge dediği insan olup çıktı. İnsanlar bir de değil, iki. Demek, demek…

      Baygildi’nin aklına bir şey geldi. “Geç kaldı. Demek, burada ikinci bir kişi aranıp yürüyor…” O içinden de Taştimir’e kızdı, köpek yerine koyup küfretti. Gündüz radyatör contalarını değiştireceğim diyerek Keleşküzi pınarına gitti ve battı. Uçtu, gözden kayboldu. Bir sefer daha yapmasına yaptı o fakat, burada geceleyip, geç kaldı. Baygildi nasıl dağlı taşlı yoldan elli kilometre vinci getirsin. Gece devrilebilir de. İyi ki Taştimir bindirdi arabasına, ha diyene kadar Tavlıkay’a dönüp indiler bile. En mühimi de o yetişti! Baygildi rahatladı, mutlulukla, pantolon cebinde şişkin görünen şişeyi değer vererek okşadı.

      Ne yapmalı? O ikisi hâlâ duruyor. Ay ışığında kavga ettikleri görünüyor. Yiğidi kimmiş? E, köpeğe kemik bulunmaz mı yani. Gelmiş şimdi ardından. Onların PMK’sından değildir ya? Kime benziyor? Yok, Baygildi kendi bölümünün adamlarını tanıyor. Bu, yabancı birine benziyor. Galiba, Tavlıkay’ın içinden. Kapmış Bibi-nur, dahası, kendi de tartışıyor adamları inandırmak için.

      Baygildi içinden de en kötü sözlerle Bibinur’a küfretti. “Kancık!… diye fısıldadı kendi kendine. Kancığın ta kendisi… Onun için nedir ki, sokağa çıkıp, kuyruğunu sallasın