Tölögön Kasımbekov

Kırgın


Скачать книгу

verin” demiş. Ümötaalı aracılık yapan Çokan’a buna razı olduğunu söylemiş. Bunu babası Ormon Han’a söyleyince “neden babam bilir demedin” diye sinirlenmiş. İşte ondan sonra köpek bile suyunu içmeyen şehir kıyısından buraya gelmişler.

      Taa Tölö muhtarlığı da aklına geldi. Tölö muhtarı artık ihtiyarladığı zaman birisi “sizin kederiniz yok” demiş. İhtiyar ise “tüm Kıpçaklar boyunca benim kadar kederli olan yoktur” demiş.

      “Sizin çocukluğunuzdan beri bahtınız açıktı, han oldunuz, atlardan en iyisine bindiniz, gül kokulu kız sevdiniz, halka hükmettiniz, adaletinizle ne kadar insanın kaderini kurtardınız, aç kalmadınız hiç, bu yalan dünya sadece sizin için gerçekti hep saygıyla hayatınızı geçiriyorsunuz!” diye şaşırmış.

      Tölö muhtar “hepimiz beraber Ak Kırgız halkıydık, yarısı Kırgız, Kıpçak yarısı Kırgız, Kazak olup ayrıldık, düşman olduk birbirimize. Bu keder değil de ne o zaman ne?” demiş.

      “İşte göreceksiniz, birbirimize düşeceğiz, köpekler gibi saldıracağız birbirimize” demiş sonunda.

      Eski örnekler şimdi masal gibi gelir.

      İşi iyi yöne çevrildikten sonra Kazak biraz kendine geldi:

      –Sizin oğlunuz var mı? diye beklenmedik bir soru sordu. Oğlu olmadan bu yaşa kadar nasıl yaşasın? “Bu nasıl bir soruydu?” demiş gibi Şabdan gülümseyerek baktı. Ne diyeceğini sadece Kazak değil, mutfakta oturan Şake ana olmak üzere tüm oturanlar da merak etti. Şabdan başını salladı:

      –Bizde oğul yok Alpısbay’ım, dedi alçak sesle, bunu söylerken yüz ifadesi bile değişmedi. Yokluğun yok olduğunu söylersen aşağılarsın, kaygısını daha da güçlendirirsin demektir.

      Sorduğuna pişman olup: “Bu kadar saygın adam bu yaşa gelinceye kadar oğlu yokmuş” diye sessizce oturdu Kazak.

      Kahraman Kazak’a göre daha samimi olduğunu göstererek oturan Sarıbagışlar (kabile):

      –Kahramanım Muhed başta olmak üzere on tane oğlun var neden “yok” diyorsunuz, dediler. Kazak’a “bu soruyu neden sordun?” diyormuşçasına baktılar.

      –Kazak kardeşim, bizde oğul babasından sonra halkın tanıdığına halkın işine yarayana denir. Bizde kabile var, kabile!

      Bu cevap soranlara, “kadından çıkan her şeye siz oğul diyorsunuz” gibi anlaşıldı.

      Demin kahramana samimi olup övünüp duranlar: “biz yetimmişiz Muheddi’yi bile oğlu görmüyorsa demiş gibi birbirine baktılar, “bu doymayacak mı?” diye ona karşı hile düşünmeye başladılar.

      “Eski kardeş artık yeni komşusu” teşekkür ederek “cömertliğine” güzel şarkıcı kızı armağan etti.

      Alpısbay, oğlunun olmadığını duyduktan sonra üstelik oturanların arasında kötü hava hissedip hemen çıkmak istediğinden “kahramanım seni Allah’ım iki dünyada da korusun” dedi ve acele ederek hemen boz üyden çıktı.

      Acele eden Alpısbay atına zorla bindikten sonra o vakitte yüzü de düşüncesi de değişti. Kendinden memnundu.

      “İşte ne diyecekse desin bu zamanda veren cömert değil korkmadan alan cömert” diyerek yeri rica edip almış gibi değil kendisi almış gibi oldu.

      Baysal Şabdan’a Baytik hapishaneye gireli çok oldu, dedi sanki halktan dışlanmış gibi.

      Şabdan’a bu ifade “buna ne dersiniz” gibi anlaşıldı, baka kaldı. Baysal’a bu bakış ise “şimdiye kadar gitmediniz mi” diye anlaşıldı.

      –Gittik, çok gittik, dedi Baysal efendiler bizi yaklaştıracak gibi değiller, biri “izin vermiyor” diğeri “gidin buradan” diyor, anlaşamadık.

      –Öyle mi? Hadi gidelim o zaman, dedi Şabdan.

      Sooranbay’ın oğlu Dür yer görsün, insanlarla tanışsın diye bir de kendisine güvenilir tercüman olsun diye onu da yanına aldı.

      Dev Şabdan, bir süre sonra Solto ile Sarıbagış’dan birer “müsteşar” aldı. Üç Almatı’da bulunan ve önceden de geldiği çayhanesine geldi.

      Dür Bey Rus mektebinde eğitim görmüş babasının uzak akrabası Sooranbay’ın oğluydu. Dür eğitim yönünden de soy olarak da iyiydi. Dil bilgisi sayesinde efendilerin gözüne girerek halka tanınıp sonunda kendisi de Rusça dediği gibi bu ihtiyarı “zamenit” (değiştirme) yapacağı da bekleniyordu. Uzun boylu, yağlı buğday gibi yüzü vardı ve kibar bir yiğitti. Efendiler, Rus efendilerin arasında Rus aydınları gibi giyinirdi.

      Ümit de çaba da belki denemek içindi. Ama ihtiyara söylemeden Baysal ile Dür asker valisinin kapısının önüne geldiler. Dili biliyor, değeri de var, ihtiyar olmadan da işi halletseler keşke! “Çocuklar artık bir işe yarıyormuş!” diye halka duyuracaktı.

      Sıradan görevlilerle de yüksek rütbeli olanlarla da rastgele olsa da karşılaşamadılar. Muhafızlar ise bu yerlinin Rusça’yı mükemmel konuştuğuna şaşırıp uzun zaman boyunca baktılar ama içeri almadılar.

      Uykusunu alarak efendilerin kabul etme saatini bilen ihtiyar da geldi.

      At bağlanan dalın dibinde insan yüzlü biri oturuyordu, onu ihtiyarın gözü ısırıyordu oturan da yüzünü gizliyordu.

      Şabdan yine de onu tanımış gibiydi. “Bu burada ne yapıyor” dedi. Oturan da bunu fark etti. Şimdi kalkıp gidecek gibi oldu. Ama gülerek ona doğru gelen kardeşini bırakıp gidemedi. Kalktı vücudunu düzeltti.

      Aynı yaştaydılar.

      –Hayırdır? dedi Şabdan kendinden bezmiş yüzüne bakıp elini uzattı. Neden burada oturuyorsun?

      –Aa işim vardı dedi ona bakmadan. Dür’ler de yavaşça onlara doğru geldiler.

      Şabdan:

      –Ee söyleyeceğin şikâyet var mı?

      Doğru, sıradan insanlar şikâyet etmekten başka ne diyebilir ki?

      – Yere bakarak yok, öylesine geldim dedi.

      Şabdan bunun yardıma ihtiyacı olduğunu hissetti.

      –Tamam, dedi tamam demeye alışkındı zaten, eğer halledemediğin bir iş varsa söyle beraber halledelim.

      Diğeri ise durdu kaldı, yere bakarak hayır dedi. Bu iş yardımsever kardeşine bile söylenilmeyecek kadar sırdı.

      –Gideceğiz galiba diye zorla sesini çıkararak söyledi. Sanki nefes alamıyordu. Bir aydır efendilerden izin istemekten artık yorulmuştu sonra bugünkü oturduğu dalın dibine gidip yine oturdu.

      “Bunlar adaletli Rus hükmüne rağmen bizimkilere yönetme imkânı vermiyorlar, biri ölürse biri kalacak, biri giderse, diğeri gelecek, bizi köle yapacak” diye Şabdan’ın kendisine şikâyet ediyordu.

      Doğru, içeri alacağız dedi. Ruslar onun maddi ve manevi yönünden her şeyini almışlar. Bu zavallı günde iki defa gelir sorar ve kâğıdın efendilere ulaşıp ulaşmadığını sorar, ama belli değil derler, verdiğini sorunca küfürler duyar.

      Şabdan onun rahatsız olduğunu hissetti:

      –Tamam, kendin halledeceksen hallet, çok da zorluk çekmişsin, zahmet etmişsin. Allah isterse bunun bir çaresini bulunur.

      Başını sadece salladı, kaldırıp bakmadı bile.

      Şabdan:

      –Taykürön, dedi her zaman yanına aldığı maliyecisine, bu abine işini halletmesine yetecek kadar para ver!

      Yetecek kadar dediği çok paraydı. Taykürön bir şey demeden dediğini verdi.

      Şabdanı