Jaksılık Samiytulı

Kaharlı Altay


Скачать книгу

tastamam Altay bölgesine aittir. Kazakların şu andaki en büyük eksikliği, sanat… Sanata yönelmek… İşte buna çalışmak lâzım. Çinliler ve Ruslar gibi sebat ederek bunu öğrenmek gerekir. Artık biz de bunları halletmeliyiz; en çok ihtiyacımız olan şeyler bunlar.“

      Bugünkü davetlilere hazırlanan masa oldukça zengindi. İle Bölgesi’nin elmaları, Turfan’dan gelen üzümler, Kumul’dan gelen kavun ve karpuzlar, Şonjı bölgesinin beyaz buğdayından yapılmış çörekler, Altışehrin armutları, cevizleri, şeftalileri.. sadece, şu andaki sahibi farklı. Onların şimdiki sahibi General Jang Jijung idi.

      Davet sırasındaki açış konuşmasını ev sahibi olarak General Jang Jijung yaptı. Kazakları methetti. Osman Batur’a iltifat etti. İkinci olarak General Sung Shiliang da benzer sözlerle konuştu. Bütün bu konuşmalardan sonra sıra göstericileri seyretmeye geldi.

      Uygurların meşhur dansçısı, uzun örgülü saçları topuğuna kadar uzanan güzel, elma yanaklı, yay kaşlı Kamber Hanım binlerce kere kıvrılarak, bükülerek, dönerek, fırıldak misali daireler çizdiği zaman, bunu seyreden Kazaklar, şaşkınlık ve hayranlıkla baka kaldılar.

      – Bu kız mı, yoksa kukla mı?

      – İnsan değil, adeta şeytana benziyor.

      – Daha çok periye benziyor.

      – Kudretine kurban olduğum Allah’ım böyle güzeller de mi yaratıyormuş! Bu gösterişli vücut, bu endam, bu hareket! Güzelliğine kıyafet ve hareketleri de ne güzel yakışmış. Nasıl güzellik bu! dedi Şamsiya.

      – Hadi canım sende! dedi buna alınan Bayan Hanım. “Bu süslenmiş, çıkmış; gösteri yapıyor. Bunun gibi, senin de kaşını, gözünü boyasalar, ipeklere tüllere sarsalar; sen, ondan güzel olursun. Başka hiçbir iş yaptırmadan, hiç zorluk çektirmeden, elini ayağını şöyle düzene sokarsan, birinden özel dersler aldıktan sonra dans edersen; sen değil, ben bile bin kıvrılır, kirman gibi dönerdim. Her gördüğüne heveslenmenin âlemi yok. Dışı parlıyorsa da içi kimbilir nasıl da tir tir titriyordur. Her gördüğünüze özenerek altın başınızın değerini azaltmayın. Bu dünyada, insana en çok lâzım olan şey, kendisini dürüst ve düzgün olarak tutabilmektir. Daha sonra kendine güven, saygı ve dayanıklılık lâzımdır. İnsan ruhunun zirvesi ve insanın gerçek değeri, işte bunlardır. Bayan Hanım’ın bu sözlerinden sonra hanımlar tarafının sesi kesildi. Bundan sonraki fısıltılar, erkekler arasından çıkıyordu.

      – Tüh be! Elimize geçmez ki böyle bir âhû! diye arkalardan bir adam iç geçirdi.

      – Peh peh yiğidim, ümidine peh!

      – Rüyanda bile göremezsin böyle güzeli! dedi bazıları.

      – Ahh! Yalan dünya! diye kasvetlendi bir diğeri.

      – Herşey fâni bu dünyada, desene! dedi yine kalın bir erkek sesi.

      Artık sıra, Kazakların meşhur şairi Abdülkerim Intıkbayoğlu’na gelmişti. O ortaya, başına hiçbir şey giymeden çıktı. (Kazak geleneğine göre erkekler başında başlıksız dolaşmazlar). Saçını, davetten önce çok kısa kestirmişe benziyordu. Avizelerin güçlü ışıkları altında tepesi parlıyordu. Başı küçüktü, ama gözlerindeki ateş, daha çok dikkati çekiyordu. Beyaz ipek gömleğinin yakasını eliyle düzelterek biraz rahatlamaya çalıştı ve “Osman Batur’a İthaf” diye gürleyiverdi. Elinde ne dombırası ne kağıdı ne de kalemi vardı. Bu orta boylu Kazağı bazıları ilk başta önemsemedi. Topluluktan sesler yükselmeye başlamıştı ki şairin vücuduna hiç uygun olmayan ve yaralı aslan misali kükreyen bir ses, dinleyicileri bir anda susturdu:

      Daralmış dağ ile taş arasında

      Müslüman, tehlikeler karşısında.

      Kim çıktı ona karşı?

      Osman Batur çıktı!

      Ağlayan halk, Allah’a yalvardığında,

      Mahpusa bütün iyiler toplandığında,

      Birçoğunun canına kıyıldığında,

      Kim çıktı buna karşı?

      Osman Batur çıktı!

      Ağlayan halk, Tanrıya yalvardığında.

      Şairin sesi gittikçe yükseldi. Yumruklarını taş gibi sıkmış, sağ elini yukarıya kaldırmış ve ağırlığını iki ayaklarına sırayla vererek hiddetle okuyordu şiirini. Hiddetle gürlüyor, iki avurdu sinirden şişmiş; gıcırdayan dişleri, yuvalarından fırlayan gözleriyle, kırmızı yüzündeki öfkeyle volkan gibi patlıyordu.

      – Peh peh, ne kadar da hiddetli! Neredeyse patlayacak hiddetten!.. dedi Jetpis, heyecandan yerinde duramaz hâlde ileri geri sallanırken. İlham gelmiştir. Böyle eşref saatlerinde sanatçıların gözü hiçbir şey görmezmiş, diye fısıldadı, – Gerçek şairler, işte böyle olurlar. Şimdi o, kendisini yeryüzünde yaşayan bir varlık olarak değil, ilâhi bir varlık olarak hissediyordur. Şimşekler yağdıran bulutların üstünde yürüyormuşcasına.. diye ekledi Keles Batur. “Bunlar da ilham geldiği zaman baksışamanlara benzermiş. Bunların da kutsal perileri olduğu söylenir. Onun için şimdi bu şair, insanların dünyasından değil, ilâhi varlıkların dünyasından sesleniyor.”

      – Gâliba gerçek şiir, yeryüzündeki güçlerden değil, gökyüzünün yedi kat yukarısındaki cennetle cehennemin arasında doğarmış gibi.. diye ekledi Küniyaz Molla.

      Sahnedeki şair ise artık hasret mısraları okuyordu:

      Saklandın Altayların zirvesinde

      Geceledin buzulların tepesinde

      Kış kıyamette demir kazık yıldızını yastık ettin

      Kışın buz ve ayazına dayandın sen.

      Görmüştük uzağı da yakını da,

      Nam ve şöhret düşkünü baturları da

      Hakikî vatan oğlu Er Osman’dır.

      Ne Rus’a ne de Çin’e satılmamıştır.

      Yaradan nusret versin sana

      Rastlatmadan zâlim düşman celladına

      Benim zirvem, kahramanım koruyucumsun sen

      Halkı düşmana karşı koruyacak kalkan oldun.

      Selam olsun Altayların altın zirvelerine

      Oradaki On iki Abak Boylarına batır halka

      Hantengri’nin zirvesinden bakıyoruz

      Bizler de duacıyız Oşıng 26 Kahraman’a.

      Şair son bir defa Osman Batur’a baktı ve kaskatı kesildi. Biraz önceki hiddet ve öfkeden eser kalmamış. Herşeyini aktarmış, dökmüş; sadece hayâleti kalmış gibiydi. Kopan alkış tufanı arasında geri geri giderek gözden kayboldu.

      Osman Batur’un yüzünde sabırlı bir sevinç vardı. Yüzünde parıltılı bir ışık belirmişti. Yanaklarının ucundaki kırmızılık da açık seçik hâl almıştı. Bu kızıllık, hâlâ buruşmamış olan boynuna kadar yayılıyordu. Gözbebeklerinde saklanmış bir mutluluk vardı. Başkalarına sezdirmemek için ne kadar uğraşsa da etrafa yavaşça göz gezdirirken, keskin gözlerindeki gururu görmemek mümkün değildi. İki tarafında oturan Yang ve Sung isimli iki generalin de hâlini göz ucuyla inceledi. Başını dikleştirmiş ve vakur bir şekilde oturuyordu. Kırklı yaşlarını geçmiş olmasına rağmen, hâlâ vücudundaki pehlivan gücünden hiçbir