Jaksılık Samiytulı

Kaharlı Altay


Скачать книгу

kervanının önünü tıkamak için harekete geçti. En öndeki dört beş avul, nehir yakasına yetişmek üzereydi. Nusipcanlar, göç kervanının böğrüne yakın bir düzlükte attan inerek, pulemet mermilerini yağdırmaya başladılar.

      Göç kervanının sırası bozuldu. Öndekiler ağaçların arasına girip kayboldular, geridekiler de yol üstünde kalakaldılar. Halk korkmuştu. Çoluk çocuk, kız kızan ağlamaya başladılar. Hepsinin aklı başından gitmiş, birbirine sokulmuş gruplar halinde ürpertiyle bekleşiyorlardı.

      Bunu gören Nusipcan, cesaretleniverdi, delirmiş gibi bağırmaya başladı ve askerlerine göç kervanına saldırın emri verdi:

      – Hurra! Saldır! Kıpırdatma kervanı. Eğer tam bugün, şu Asen Avulunun kız kızanını hepinize bölüştürmezsem, bana da ne desinler. Hurra! Hurra! Geri, geri çevir! diye atına bindiği gibi sivil halka saldıran askerlerin tam ortasına girdi ve dört nala gitti. Göç kervanına yaklaşıp, ses duyulacak mesafeden, boğazını yırtarcasına bağırmaya başladı:

      – Canlarından ümidi olanlar kenara çekilsin! Bizim tarafa geçsin! Yoksa hepinizi şimdi gebertirim! diye göç kervanının çeşitli yerinde toplanmış olan kız kızan, çoluk çocuğa dehşet saçtı.

      Kurman ve İdris Avullarının bir grup kız ve gelinleri, göç kervanından ayrılıp ve yayan olarak Nusipcan askerlerine doğru yürümeye başlar başlamaz, ayaklarının dibine yağmur gibi dökülen pulemet kurşunları yağmaya başladı. Kadınlar bağırış çağırış geri kaçtılar. Bunu yapanlar, olayı dürbünle uzaktan izleyen Jantaslar grubuydu.

      İki taraf, tam bu sırada, çarpışmaya başladı. Nusipcan’ın askerleri, çabucak geri çekildi ve yakınlardaki bir tepede sipere yattı. O tepeden pulemet kurşunlarını dökmek suretiyle göç kervanı ile savaşçılar arasına hiçkimseyi yaklaştırmadı. Bir grup asker göndererek, biraz önce göç kervanının önünde giderken orman içine sığınan beş altı avulu da develere yükledikleri yükleriyle tutsak aldılar. Aralarında hiç erkek yoktu, hepsi de kadın ve çocuklardan ibâretti. Karanlık basar basmaz, çeşitli yerlere nöbetçi diken Nusipcan, geceyi sivil halkla birlikte geçirdi.

      Sarıtogay Nehrinin taşma vaktiydi. Nehir, sancılı gibiydi. Rengi de değişmişti, Her zamanki mavimsi beyaz köpüklü su değildi. Nehir suyunda, öbek öbek büyüyen dalgalar, birbirinin arkasından adeta yarış edercesine, gürleyerek koşan aslanlara benziyordu. Köpüklerini havaya savurarak, aksırıp tıksırarak boğulurcasına akmaktaydı.

      Jantas ve savaşçıları, şafak söker sökmez, Çadırtaş Boyunda toplanan sivil halkın göçünü nehirden geçirmeye başladı. Öncelikle insanları ve büyükbaş hayvanları kurtarmak için anlaştılar. Dünden beri devam eden koşuşturmadan, ak yeleli at, yorulmuştu. Jantas sürüden bir at seçti ve eyer takımını takmadan binerek nehre indi. Biri ihtiyar biri genç iki kadın, suya kapıldı. Kadınlardan birini insanlar urgan atarak kurtarabildiler.

      Güneşin çıkmasıyla, Osman Batur tarafından gönderilen ve Keşapat Batur’un komutasında gelen yüz savaşçı daha katıldı aralarına. Nehri hep atlarla geçmeye alışmış yiğitler, Jantas’la konuşuyorlardı.

      – Daha erken gelecektik ama yukarılara gitmişiz. Hadi Jantas, burası senin memleketin hadi başla bakalım.

      Nöbette bekleyen yiğitler de peşpeşe gelerek çeşitli haberler getirdiler. Konkay Bölüğü, Karatünke’den Sekpiltay’a geçmiş, yavaşlamış ve göç kervanının sonundan keşifçiler göndermişlerdi. Sarıtogay’daki merkez komutanlığından bir araba asker gelip, Nusipcan askerlerine katıldı. Kuv Ertiş’teki Komutan Sımeke Koşabayev askerleri de KaraTünke’ye yöneldiler.

      Bunu duyan Keşapat Batur’un sabrı taştı:

      – Sonuncular gelmeden önce, bu Nusipcan ve askerlerini halletmek lâzım! dedi oturduğu yerde duramayarak. İri vücudu ileri geri hareket etti ve dolgun yüzü morarıp hiddet belirtisi göstermeye başladı.

      – Batur, doğru söylüyor. Öncelikle bu Nusipcan isimli Sart’ın23 hesabını görelim! dedi biri kalpağını eline almış şekilde, kızgınlıkla. O kepaze dün gece göç kervanından bölünen avullarla geceledi. Diri diri kesmek lâzım o köpeği!

      – Ar namustan bezmiş o kara köpeğe, kadınlara saldırmak neymiş, göstermeliyiz.

      – Arsız domuzu…bakalım!..

      Gittikçe yükselen hiddetli sesler… Bıyıklar dikleşmiş, öfkeden patlayacak hâle gelmiş kızgınlıkları yüzlerindeki kıpkırmızı renkten belli olan suratlar, küfürler… Jantas’ın da istediği şeydi. Kendisi de iyice pişman olmuş şekilde içi ateş gibi yanıyor, kiminle tutuşacağını bilmez hâlde oturuyordu. Onun da ata anasının evi oradaydı. Hanımı Külen de oradaydı.

      – Gittik24. Düşün arkama! dedi, atına atladığı gibi, hiddetten patlamak üzereyken.

      Etrafı tamamıyla düzlük olan kahverengi tepeye, önceden pulemet kurarak pusuya yatmış olan Nusipcanlar, bunları yanlarına yaklaştırmadı. Keşapat’ın arkadan dolaşmaları için gönderdiği adamları da kırklık25 gibi kırkmaya başlayınca, geri çekildiler.

      – Eyvah, bunların böğründen saldırmak lâzımdı, dedi Jantas çaresiz bir tavırla.

      – Doğrusun. Bunların böğründeki tepeyi almazsak, bize yenilmeyecekler, dedi onu doğrulayarak Keşapat. “O taraftan atla saldırsak ne yaparlar acaba? Hepimizi hallederler mi?”

      – Aman Keşapat Ağa, hiçbirimizi canlı koymazlar bu düzlükte ortaya çıkarsak, dedi birileri.

      – Ne yapacağız şimdi? dedi Keşapat sıkıntıyla.

      – Karanlığa kadar bekleyelim.

      Karanlık basmaya başladığında, mayıs ayının pamuk gibi gecesi kara yorganını örtmeye başladığı zaman, Keşapatlar saldırıya geçti. Nusipcanlar da böğürlerindeki tepeyi ele vermemek için uğraştı. Devamlı havai fişeklerle, süt misali beyaz aydınlık yaratmaya ve böylece düzlükten geçebilecek fareleri bile görebilecek hâle getiriyor ve yapacak bir şey bırakmıyorlardı. Çadırtaş bölgesini örten gökkubbede, iğne batıracak yer bırakmayacak şekilde yerleşen pırıl pırıl yıldızların arasından hayatı sona eren birkaç yıldız kaydı.

      Kullanacak hiçbir taktik düşünemeyen Keşapat, iki eli şakaklarında oturdu kaldı.

      – Sabaha kalırsa, bunlar ele geçmez. Arkadan gelen takviye güçler, Konkay Bölüğü yardıma yetişir, dedi çaresizce.

      – Öbür yandaki tepeyi ölsek de almak zorundayız! dedi Jantas, bu lafı belki on, belki yüz defa tekrarlayarak.

      Keşapat sinirlendi:

      – Almak lâzım! Almak lâzım! dedi aynı lafı tekrarlayarak. “Almayalım diyen var mı? Nasıl alacağız? Akıllıysan yolunu göstersene.”

      – Olur, dedi Jantas burulmuş şekilde. Ölsek de almamız lâzım. Yoksa buradaki sivil halkı tamamıyla geri götürecekler. Alacaksak da şimdi, etraf aydınlanmadan yapmak gerek. Öyleyse birkaç yiğitle ben gideyim. Hâlâ karanlık. Ben deminden beri dikkat ediyorum, onların attıkları fişekler, sadece şu düzlüğü aydınlatıyor. Ama pusuda yattıkları tepenin böğrü hâlâ karanlık. Ben, tam oradan geçeceğim, dedi. Bir kahramanlık gösterisi daha geliyordu.

      – Çok tehlikeli bir nokta. Görürlerse doğrarlar! dedi Keşapat.

      – Başka çare yok. Ya ölüm, ya hayat! dedi Jantas yerinden kalkıp ve yoldaşlarına bakarken.

      – Öyleyse…