Jaksılık Samiytulı

Kaharlı Altay


Скачать книгу

aniden sorulan soruya şaşırdığı için Osman Batur’a ürkerek baktı.

      Osman Batur, daha sonra ses çıkarmadığı için biraz durakladı ve sözüne devam etti.

      – Onların maksadı, bizim vatanımızı bölmek. Bizim imparatorluk olmamızı çekemiyorlar. 1912 senesi Ağustosunda bizden mukaddes ve eski topraklarımız olan Moğolistan’ı ve Kobda bölgesini aldılar. 1913 Temmuzunda Altay Dağlarının doğusundaki Sagantünke’ye saldırdılar. 21 Aralık 1913’te bizim Altay’daki maslahatgüzarımız Palta, Rusya’nın Altay’daki konsolosu Kuçenko’yla Sarsümbe’de bir araya geldi ve Çin-Moğolistan arasındaki askeri birliklerin sınır boylarındaki konumları hakkındaki anlaşmaya imza atsa bile daha sonra Ruslar “Beytik Dağını sınır olarak kabûl etmek gerekir” fikrini ileri sürmeye başladılar. Böylece bütün Altay bölgesini ele geçirme niyetlerini açığa vurmuş oldular. Sonradan yani, 1914’ te Avrupa’da dünya savaşı çıktığı zaman, Rusya bütün kuvvetlerini batıya kaydırdı ve doğudaki işlerle ilgilenmeye hali kalmadı. Üstüne üstlük, 1917’ deki Bolşevik Devrimi onların elini kolunu bağladı. Böylece on sene kadar bir süre Altay bölgesindeki sınır, sessiz kaldı. İşte bu fırsattan faydalanan Şıngjang (Doğu Türkistan) Bölgesel İdarecisi General Yang Zıngşıng 1914’te İle Elçisini, 1916’da Tarbagatay Danışmanını, 1918’de Altay’daki Rus Maslahatgüzarlığını feshetti ve bu üç bölgeyi bütünleştirdi.

      Fakat Rusya’nın Altay bölgesini işgal etmek niyeti, yine değişmedi. 1933’ te Moğollar askerleriyle gelerek Bulgın bölgesini işgâl ettiler. 20 Haziran 1938’de Kobda‘daki muhafızlar aniden saldırarak Bomboto ve Karabalçık bölgesini aldılar. Bakın, görüyor musunuz, Rusya’nın gerçek amacının ne olduğunu? Hatta Sovyetler Birliği’nde 1940 senesinde yapılan bir haritada Altay Dağlarının küngey (güney) tarafı Sovyetler Birliği ve Mogolistan’ın sınırları içinde gösterilmiştir. Şimdi de yaptıklarını görüyorsunuz. Buna izin verilmemelidir. Cumhurbaşkanı bize “Jan, giderse gider; ama Altay bölgesi verilmeyecektir.” emrini verdi.

      Bu sohbette, General, bildiği bütün bilgileri böyle uzun bir sohbetle anlatmış oldu. Uzun konuşmasının ardından nefes nefese kalmış koyu derili yüzünde bir damla renk kalmamış bir hâlde kısık gözlerini Osman Batur’a dikmiş bir şekilde kalakalmıştı.

      Onun bu konuşmasından Osman Batur da memnun kalmamış, ama nefretini içinde gizlemişti. Çok yakın bir tanışıklığı yoktu, sadece ismen tanıyordu. General ismi uzaktan kulağa çok büyük geliyordu. Onunla konuşup tanışanlar da onu yere göğe sığdıramazlar, överler, iyiliklerini sayıp dökerlerdi. Fakat bu görünüşü Osman Batur için hayâl kırıklığıydı. Daha önce tanıştığı Çinli liderlerden hiçbir farkı yoktu. Bu da kara kuru, bu da çekik gözlü. Bu da Çinlilerin üstünlük taslayan tavrına sahip olduğu için: “Hepsi benim, hepsini ben yutarım,” tavrıyla aç gözlülüğünü apaçık ortaya koyuyordu. “Kimbilir, nasıl zalimdir? Kimbilir, ne cinayetler işlemiştir. Kupkuru suratından, gözünden belli olmuyor mu? Açıkça söylemiyor ama, seni bitireceğim, Altay bölgesini tamamıyla yutuvereceğim, niyetini göstermedi mi? Ah mümkün olsa şunu var ya… Tam buradayken…” diye düşünüyordu Osman Batur, yere çakılmış gözleri ve kenetlenmiş dişleriyle sessiz otururken. Avurtlarındaki sinirler oynamaya, çene kasları sertleşmeye başladı. Başını çevirdi, sessizce düşündükten sonra iç geçirdi ve geri dönerek “O zaman… Ben, Altay bölgesini Ruslardan kurtarıp tekrar sana vermek için savaşıyorum gâlibâ” deyiverecekken kendini tuttu. Sabretti. “Akıl dayanak, öfke bıçak.” atasözünü hatırladı. “Hay Allah, bu da ölümcül noktayı bıçaklamak istiyor. Sonunda bundan da iş çıkmayacağı anlaşıldı. Hedefe bak: Benim elimle Doğu Türkistan’ı yok etmek, Rusları kovmak ve sonra beni de …”diye düşünürken farkında olmadan yumruklarını sıktı. Yine sinirlerini kontrol altına aldı, sağduyuyla düşünmeye başladı. “Şimdilik başka çare yok. Bu benim elimle Rusları kovmaya çalışırsa ben de bunları köprü yapar, Amerikalılara ulaşmaya çalışırım. Urumçi’de Amerikalı birileri, dünyanın en güçlü, büyük memleketlerinden Amerika’dan gelen elçiler varmış. Onları bulayım. Sonra.. Sonra görürsün sen beni.. Gösteririm!..” diyerek sabretmeye çalıştı ve sessiz düşüncelere daldı.

      Osman Batur’un yüzünün renginin değişmesinden, onun konuşmayı beğenmediğini Çinli General Sung Şiliang da anladı. Daha önceden Osman Batur hakkında rapor veren Çinliler, Osman Batur’un cahil, bilgisiz olduğunu söylerlerdi. Fakat bu tanıdığı Osman Batur, öyle sağduyusuz, anlayışsız biri değildi. İnsanın sadece gözünün içindekini değil, beyninin derinliklerindekini de anlayabilecek kadar akıllı biri. Hesabı kitabı çok güçlü ve derin bir düşman bu. Herkesin dediği gibi kolay düşman değil. Ne var ki, ne kadar güçlü olursa olsun, Çin’in büyük planı gerçekleşecektir. Çinlinin planı işi uzatmak… Babadan oğula, oğuldan toruna, torundan, torunun torununa.. Asla vazgeçilmez, birinden sonra öbürü işi devam ettirir. 2000 sene önce Han Hanedanı zamanında bu bölgeye Jang Şiliang’ı gönderen Han Padişahının emeli, hâlâ aynı..O zamandan beri hiç unutulmadan devam ettiriliyor. Kesintiye bile uğramadı. Uzaya uzaya Zo Zungtang zamanında Tanrı Dağlarının bir köşesinde bir dağı ele geçirdiler. Sonra sırasıyla Liyu Jingtang, Yang Zıngşıong, Jıng Şurın, Şın Sısey ve şimdi sıra kendisinde. Bak şimdi ayaklarının altında Altay bölgesinin toprakları. Çinli atasözüne göre “Dünyada, “tedbir” sözünden daha güçlü bir söz yok”tur. Bu atasözü binlerce yıldır sınanmış. Buna karşı Rusya da, Doğu Türkistan da hiçbir şey yapamaz. Hepsi dermansız kalır. Hepsinin yaptığı boşa gider. Bu Osman Batur mesela, bu tecrübeye göre.... Sadece sabır, dayanmak, dayanmak lâzım. Çinli sabrı gerek. O zaman bütün dünya…Bundan beş ya da on nesil sonra bütün dünyada iki kelime üstün olacak: Dünya ve Çin, veya Çin ve Dünya.

      Kendi düşünceleriyle kendini rahatlatan General Sung, artık başka herşeyi unuttu. Osman Batur’un gönlündeki kırgınlığı da önemsemedi, ona yaranmaya çalışarak konuşmaya başladı.

      – Osman Batur, siz olağanüstü bir insansınız. Siz Ju Giliang’sınız. Siz, bana misafirliğe, Urumçi’ye gelin.

      Osman Batur ses etmedi. Başını yana çevirmiş hâlde alt dudaklarını ısırarak düşündü: ”Tabiî ki gitmek lâzım. Sung Şiliang’ı üzmemek lâzım. Geçmişte Çoybalsan’la da görüştü. O da yapışıp kalmadı ya. En kötüsü bu da ona benzer.”

      – Olur, gelirim. Fakat şimdi değil, dedi isteksizce. Dünkü anlaşmaya göre ben kontrolümdeki askerleri iki alay olarak tekrar organize edeceğim. Daha sonra kısmet olursa, yayladan indikten sonra bakarız.

      Sung Şiliang buna çok sevindi.

      – İyi, dedi hemen sahte gülümsemesini takınarak. Şimdi bir ricam daha olacak. Sizde kabiliyetli, elinden iş gelir elemanlar varmış. Siz de insan sarrafı muhteşem bir komutansınız. Dünden beri benim dikkatimi bu Ziyakan Bey çekiyor. İzin verirseniz bu beyi Urumçi’ye almak istiyorum. Gidince etraflı konuşur ve yüzbaşı rütbesini geri iade ederiz belki. Sizin oradaki daimi temsilciniz olursa, iki taraf için de faydalı bir iş yapmış oluruz.

      – Benim Urumçi’de adamım var. Keles Batur var. Bu Jetpis de orada, dedi Osman Batur, onun dediklerini hemen kabûl etmeyerek. Bu cevabı bir açıdan Generale karşı tedbir olarak diğer açıdan da Ziyakan’a güvenmediği için böyle vermişti. Çinlileri çok sever çünkü. Kocasının ikinci karısı olmaya iyice alışmış kumalara benziyor. Aslında, “Çinlilerle ve daha da ileri giderek Amerikalılarla ilişkiye girmek, sadece Osman Batur için değil, bütün Kazakların kaderini değiştirecek büyük bir iştir. Keles ile Jetpis bütün bu işlerin üstesinden gelemezlerse Küniyaz Molla’yı da göndermek gerekebilir!” diye karara vardı kendi kendine.

      – Ziyakan