dairede çalışan iri yarı bir Rus vardı, içeriye girdi. -Kulca’da yaz sıcakları çok erken başlar.– Hava oldukça sıcaktı. Üstünde kolsuz gömlek, ayaklarında eşofmanlar, elinde ince bir kırbaç sahnenin arka tarafındaki kapıdan girdi, Ahmetcan’ın konuşmasını biraz dinledikten sonra irkildi. Sonra aniden bozularak:
– Hey kör, dedi güm diye. Ahmetcan’ın bir gözü iyi görmezdi. Arkasına döndü ve konuşmasını keserek bakakaldı. Rus da öne doğru bir iki adım attı, işaret parmağını Ahmetcan’a doğrultarak, demin söylediğini yine tekrarladı: “Hey kör, konuşacaksan doğru dürüst konuş! Yoksa saçmalama! Öyle değil o söylediklerin; bak, böyle.”diye oturanlara ters ters baktı ve Özbekçe konuşmaya başladı.
Toplantı salonu, bir anda sessizliğe gömüldü. Kimse sesini çıkaramadı, Ahmetcan, ne yapacağını bilmez şekilde yere baktı. Artık ondan ses çıkmaz, ama topraktan ses çıkar haldeydi. Salonda cenaze çıkmış gibi bir acı sessizlik vardı. Herkes başlarına ağır bir darbe yemişcesine sersemlemişti. Sağır sessizliği bir süre devam etti. Tam bu sırada Üç Vilayet Hükümeti Şura Üyesi, Tarbagatay Bölgesinin Vâlisi, meşhur zengin Başbay Çolakoğlu Bapin yerinden fırladı:
– Hey cemaat, ölü müsünüz, diri misiniz? Ne saçmalıyor bu.. bu gök göz köpek! Bizim liderimiz Ahmetcan’a böyle hakaret ederek, gözüne dürtercesine konuşan bu kâfir, kalanlarımıza ne iyilik edecek sanıyorsunuz? Ne hakaret ! Ne felaket bu yaptığı? Daha ne kadar aşağılayacaklar bizi! Bunu duyduğunuz hâlde, erkeğiz diye hâlâ yerinizde oturacak mısınız, miskinler?! Öyleyse böyle hükümetin de, böyle meclisin de, böyle gök gözlü kâfirin de, hepsinin taa babasının ağzına. Gidiyorum!” diye yerinden fırladı, ite kaka kendine yol açtı ve yalnız başına toplantıdan çıktı gitti.
Oturanlar, deminki “gök göz”ün Birinci, İkinci Dairelerin ve Sovyetler Birliği’nin danışmanlarının başkanı Vladimir Stepanoviç Kozlov olduğunu sonradan duydular. O gün, sarhoş olsa gerek. Kendisi de biraz içen Başbay da halkın ricasıyla içkiyi bırakmıştı. Fakat o günden sonra bu Rusun adı “Başbay’ın Gök Donu” olarak yerleşti.
Bak, şimdi bu Rus da, aynı o zamanki gibi, buyurucu edayla davranıyor. Hepsi birbirine benziyor. Ah keşke, Başbay gibi erkek olsaydı. Mangal gibi yürek varmış. “Asil evlâdı” diye işte buna derler. Dedesi Alingazi Ükirday da Şın Sısey hapishanelerinde, başını asla eğmeden, inatla karşı koyarak can teslim etmiş, derlerdi. Asil kandan gelenler, ahh!.. Fakat kendisine gelince, bunların hepsini tepesine çıkardı. Bunlar, işte böyle, saklandıkça tepene binerler. Kızdıkları da laf ola beri gele türünden kızmak değil. Bunun yaptığı tamamıyla başka niyetlerle yapılıyor.
Tam bu sırada Delilhan, Leskin’in gözünde kimseye aman vermeyecek zalimliğin işaretlerini gördü. Gök gözleri daha da çukurlaşmıştı. Derin bir bataklık, dipsiz bir çirkefe benziyordu. Taş gibi. Soğuk mu soğuk. O dipsiz bataklıkların arkasından Delilhan da bir belânın olacağını açıkça gördü; tastamam belâ olduğunu sezdi. Yüreği ağzına geldi ve vucudundan ürperti geçti. Bunun da uzun zamandır sakladığı, en derinliklerinde yatan asil ruhuna aksüyeklik19 asilzâdelik; kanına ateş düştü.
– Öyleyse size göre, onunla (Osman Batur’u kastederek) kendim mi gidip çarpışmalıyım? Elinden iş geleceğine inandığımız kişileri gönderdik. Onlar hakkındaki bilgileri siz de gördünüz. Benim daha ne yapmamı bekliyorsunuz ki? Hayatında ilk defa karşı duruyordu. Demin diğer subaylar hakkında kullandığı ifadelerden de hep başkalarını suçlamaya alıştığını anladığı için. Artık bu sorgulama, maskaralık ve ayak altında kalmak canına tak ettiği için.
Leskin, aniden döndü. Delilhan da gözlerini kırpmadan bakakaldı. Delilhan’ın gözünde de hiddet ateşi vardı. Daha önce görmediği değişik bir hiddet. Ne dersen onu yapan ve burnu delinmiş deve yavrusu gibi devamlı baş sallayan Delilhan değildi bu seferki. Dokunsan patlayacak hâldeydi. Bunu anlayınca, Leskin de çabucak çark etti.
– General Mirza, size işin genel gidişatını açıklıyorum. Benim sizi suçladığımı mı zannettiniz? Ortak sorumluluk… Ortaklaşa teâtî edelim. Bunun için siz de ben de suçlu değiliz. Bırakın ikimizi, bu probleme bizim yukarıdaki güçlüler de çare bulamadıklarından, kıvranıyorlar. Yoksa Washington’a dilekçe yazarlar mı? diye derhâl yumuşadı.
Delilhan’ın da hiddeti çabuk geçti. Fakat deminki Leskin’in gözündeki kinci kıvılcımdan sonra, onun da yüreğine düşen kor sönmek bilmiyordu. Tam bu sırada Osman Batur’u hatırladı. “Başka bir açıdan, o aksağın yaptığı da doğru mu acaba? Kimseye baş eğmeden, ölse de eğilmeden ölünür ya.. Fakat onun tuttuğu yol da çıkmaz sokak. “Bir sürü it bir tarafa, gök it öbür tarafa,” dedikleri gibi. “Kitleler korkutur, derinler batırır.”20 İnsan kendi geleceğini bilemez, bu âşikâr. Geçen sefer, Osman Batur’un kendisi de ifade etti. “İkimizin düşmanı aynı.” dedi. Belki, o dediği doğrudur. O da boşuna yaratılmamıştır herhâlde. Bir kutsal görevi var olmalı. Delilhan da ondan habersiz değildi. Ne kadar hiddetlense de, kırıp dökmek istese de hiddeti geçince, sağduyulu hareket edince, sakinleşiyordu. Aktay, Yılkıcı, Sügirbay…Delilhan’ın atalarının adları… Hepsi de asilzâde çocukları. Kazaklar birbirlerine ne kadar kızsa da, birbirlerini öldürmeye kıyamazlar. Yılkıcı ile Ömürtay, Sügirbay ile Kara Osman defalarca çatışmış olmalarına rağmen, komünist tapınıcılar gibi birinin canına yekdiğeri kastedecek yiğitler olmadılar. Çok ileri gittiklerinde, barımta21 aldılar. Karşılıklı başlık verip aldıkları gelinleri kaçırdılar. Bazılarının sakallarını traş edip maskara ettiler. Ama hiçbiri yekdiğerinin boğazına, ümüğüne elini uzatmadı. Atadan kalma gelenek… Osman Batur’u vurmak için defalarca adam gönderse de Delilhan’ın onu gerçekten öldürmeye niyeti hiç olmamıştı. Kazak olmamasına rağmen Leskin, bunu sezebiliyordu. Laf ola beri gele misâli birilerini gönderiverdiği yalan değildi. Osman Batur’la aynı sofrada oturmuşluğu vardı. İkisi, ne kadar zâlim olsalar da bozkırdaki vahşi kurttan daha zâlim değillerdi.
“Yarasa kanat çırpar dağ başında
Yoksulun hayatı hiç, varlığın yanında
Dost olduktan sonra kötülük yapmaktan koru Allah’ım
Kurtlar da ihanet etmez yoldaşına.”
diye bir şiir var, işte böyle… Kazak demek mertlik demekti.
O gün Delilhan, özel ulak gönderdi. Örmegeyti’nin başında, Kaluvın kaplıcalarının ortalarında, kendilerine ait yazlık bölgede oturan Şokay Hacı’nın oğlu Turısbek’i çağırttı. Geçen sene Dörbiljing Boyundaki kışlaktayken Şokay Zalıng, Leskin ile Delilhan’ı bir grup askeriyle beraber misafir etmişti. Ertiş Nehrinin bir kıvrımında, kışın fakirleşmiş gibi çıplak kalan tabiatın arasında, elbiseleri soyulmuş, yapraksız kalmış uzun ağaçların, bozlaşmış, rengi kaçmış dalların ortasında bulunan kısa boylu şiy ve şengel bitkilerinin üstüne kurulmuş gösterişli ahşap evinde Şokay Zalıng, bunları misafir etmişti. Altlarına dokuz kat minder serilmiş, ayı postlarıyla kalınlaştırılmış evinde onları üç gün boyunca ağırlamıştı. Hatta bunların bir heybeye sakladıkları ve arada gizlice içtikleri içkilerine de ses çıkarmamış, görmemiş gibi davranmıştı. Onlar vedâ ederken, Les-kin ve Delilhan’ın omuzlarına kurt postundan palto ve yanlarına da elli koyun değerinde gümüş sokuşturmuştu.
Leskin, bundan çok memnun olmuştu. Gündüzleri askerler ve subaylar kendi aralarında hedefe nişan alıp eğlenirken, onlardan hiç de eksik atış yapmayan Turısbek’in nişancılığına