Sağat Aşimbayev

Eleştiri Yazıları


Скачать книгу

atışıyla, yüzünün ışığı aracılığıyla verilen psikolojik içerikli çağrışımlar da insanda hayranlık uyandırmaktadır. Sınırına ölçüsüne çok dikkat edilerek sanatkârca yazılmış kahraman monologlarındaki düşünceler ve duygular şairin portresini enikonu belirginleştirmektedir. Burada psikolojik lirizmin veriliş biçimi, öğreniş ve arayış yolculuğunda birçok genç yazara örnek olacak mahiyettedir. Çünkü sanatta etkinin başka eserlerin doğuşunu sağlayacağı aşikârdır.

      Mesela altmışlı yıllarda yazılan lirik eserlerin çoğunun ortaya çıkmasında “Şuğıla’nın Belgisi” gibi bir klasik hikâyeye yeniden kavuşmanın etkisi olmadığını söyleyemeyiz. Aynı şekilde altmışlı yıllardaki Kazak şiirindeki hızlı ve ani yükselişte Saken ve İliyas şiirinin güzelliğinin etkisi olduğu açıktır.

      Çoğu zaman edebiyatın gelişmesi, toplumun içtimai ve iktisadi gelişimiyle doğrudan alakalıdır. Altyapının değişmesine, karmaşıklaşmasına bağlı olarak üstyapı da değişmekte ve altyapıya uyum sağlamaktadır. Yani içtimai bilincin karmaşık bir türü olan edebiyat ve sanatın içeriği ile biçimi eskisine göre daha da derinleşmektedir. Demek ki toplum hayatının olabildiğince karmaşıklaşması, bilim-lik ve teknik ilerleme hiç şüphesiz edebiyatı da etkilemektedir. Günümüz romanının teknik yönünün karmaşıklaşmasında elbette toplumun gelişmesinin de rolü vardır. Bugünkü roman, yirmi otuz yıl önceki romana göre yapısı ve tasvir araçları açısından da oldukça değişmektedir.

      Kısaca söylemek gerekirse ediplerimizin arayış meşakkatin girmeleri doğrudan doğruya hayatın bir talebidir. İnsan tipi oluşturmanın ilke kuralları ister istemez eskimektedir. Karakter yapmanın, insan ruhunu diyalektik çelişkileriyle vermenin yeni yöntem ve biçimlerini bulma çabası, günümüz yazarının başlıca vazifesidir. Bir dönemin “Bu iyi, şu kötü; bunu örnek al, şundan uzak kal…” ilkesine dayanan eski yönetimi günümüz estetik zevki açısından hiçbir işe yaramıyor.

      İşte bundan dolayıdır ki anlığı (entelekt) yüksek bazı yazarların hikâye, hikâyet ve romanlarda söyleyeceği şeyi sanatkârlık bakışını kullanarak psikolojik karşıtlıkla vermesi veya felsefi simgeciliğe başvurması çok tabiidir diye düşünüyoruz. Bizim edebiyatımızda felsefi simgecilik M. Avezov’un eserleriyle başlar. “Kökserek” hikâyesi bu mecranın başıdır. Yazgı draması ilk kez bu eserde söz konusu edilmiştir. Son zamanlarda hayvan temi fazla ilgi görmeye başlamıştır. Bunun sebebini tem kıtlığına bağlamak doğru değildir.

      Özellikle Ğabiyt Müsirepov’un “Hayat Seferi” ve “Kartal Yırı” adlı hikâyelerinden sonra birçok hikâye ve hikâyet yazıldı. Demek ki adı geçen iki hikâyedeki örtülü fikirler birçok kimseyi harekete geçirmiştir. Gerçekten de bu iki anlatı, belli bir tabakanın anlayış ve kavrayışına uygun biçimde yazılmış gibidir. Çünkü eserlerdeki felsefi ayırtılar kolayca çözülüp her herkesçe anlaşılabilecek gibi değildir. Yazar, hayat ve insanların yazgısına dair dille değil, sesle ve imle ipuçları vermektedir. Yazar neden böyle enikonu bilmeceleştirmiştir? Onu suçlamaya hakkımız yok. Müellif meseleyi ortaya koyuyor, onu çözmek ise okuyucunun işidir. Okurun da zaman zaman düşünmesi lazımdır. Bu yöntem, Kazak nesrine iyice yerleşmiş bir yöntem hâline gelmeye başlamıştır. Buna sevinmemek mümkün değildir. Tipin çözümlemesini hazır bir biçime ele koyuvermek veya dört beş sayfa sonra işin sonunun ne olacağını bildirmek, günümüz yazarına itibar kazandırmaz. Öyleyse okuyucuyu düşündürüp kafa yormaya zorlamak, nesrimizin arayışlarının meyvesidir.

      Müsirepov’un iki hikâyesinden sonra bazı eserler yazıldığını söyledik. Ancak bunların çoğu bir kez okundu ve sonra unutulup gitti. Bunun sebebi, söylenmek istenen düşüncenin önemsizliği ve küçüklüğü, ana düşüncenin ve iletinin umumen insan hayatıyla, davranışıyla, karakteriyle ve yazgısıyla ilgisizliğidir. Umumen bu konuları yazmak yani kuşun, itin vesair hayvanların tabiatını egzotik ve salt biçimde anlatmak demek değildir.

      L. N. Tolstoy’un “Holstomer”i, Jack London’un “Beyaz Diş”i, A. P. Çehov’un “Kaştanka”sı, A. İ. Kuprin’in “Zümrüt”ü gibi klasik yazarların adı geçen temi işleyen eserleri, değişik insanların yazgılarını göz önüne getirmiyor mu? Bunları okurken insan tefekkür ediyor. Olay çevresinin sosyal durumunu tanıyor.

      Bizim için söz konusu temi işleyen hikâyeler ve hikâyetler ancak âdemoğluna özgü iş ve hareketleri simgeleştirip gösterdikleri ölçüde değerlidir. Yeri gelmişken edebiyatta farazilik denen ulamın da buna bağlı olarak doğduğunu belirtmekte fayda vardır. Burada en önemli nokta hikâyenin it, kuş hakkında olması değil, arka planda insan yazgısının söz konusu edilmesidir. Çünkü insanın her zaman ön planda bulunması şart değildir.

      Bu bağlamda Abiş Kekilbayev’in “Yarış Dorusu” hikâyesi ile Oralhan Bökeyev’in “Buğra” hikâyesi üzerinde düşünülmesi gereken eserlerdir. Yalnızca müellifleri başka olduğu için değil elbette, bunların her birindeki estetik çözümlemeler de farklı farklıdır. İki eser birbirine hiç benzemediği gibi birbirini tekrarlamıyor da. “Yarış Dorusu”nu okurken bir sanat adamının inişli çıkışlı, tozlu topraklı, karlı çamurlu hayat yolunun sayısız sahneleri akla geliyor ve vakitsiz esen soğuk yelden yüreğe acı bir sızı düşüyor. “Hayata birileri gelir, hayattan birileri gider. Kaç insan varsa o kadar hayat yolu vardır. Bunların içinde de böyle yazgılar olabilir.” deyip gayriihtiyari iç geçiriyor. Hayatın kuzeyi ile güneyinin gece ile gündüz gibi sürekli yer değiştirdiği, iyiliğin de bir gün kuma sinen su gibi yitip gittiği, kötülüğün de hiç beklenmedik anda aniden ortaya çıktığı akla geliyor. Bir zamanlar her yarışı uzak ara birinci bitiren Yarış Dorusu’nun şimdiki perişan vaziyeti ne kadar acıklıdır! Hayatta her daim önde yürümek mümkün değildir. “Yanılmayan yak,13 sürçmeyen toynak yok.” Yarış Dorusu da ne zamana kadar birinci olabilirdi ki? Evet, hepi topu bir kez geride kaldı ve bütün şöhreti ile itibarı kuş gibi uçup gitti. Her şey tersine döndü, herkes sırt çevirdi… Hikâyedeki felsefi çıkarım şudur: Bir kez artta kalmasına rağmen Yarış Dorusu’nun ileride yeniden öne geçmesi mümkün idi, lakin insanlar onu terk edip yapayalnız bıraktılar.

      … Hayatta her insanın yazgısının başkalarını tekrarlamayan kendine özgü bir ahengi vardır. Eğer bu ahenk küçük bir engelden dolayı azıcık bozuluverirse bir daha düzelmemesi mümkündür. Hayattaki karmakarışık felaket ve sıkıntıların başlangıcı da işte “düzelmeme” oluyor gibi. Hikâyedeki “Yarış Dorusu”nun yazgısı bu tür düşüncelere salıyor insanı.

      Abiş’in son hikâyeti “Çukur” ile “Yarış Dorusu” arasında fikrî benzerlik olduğu anlaşılıyor. Diğer bir deyişler bu hikâyet, “Yarış Dorusu”ndaki düşünceyi hem derinleştirmiş hem de başka yönden ortaya koymuştur. Hikâyette ilk bakışta kuyu kazmanın hikâyesi anlatılıyor gibi. Evet, gibi… Eğer böyle söyleyecek olursak müellifin söylemek istediği hiçbir şeyi anlamamışız demektir. Burada kuyu felsefi bir simge olarak alınmıştır. Abiş’in asıl anlatmak istediği ise sanat adamının yazgısı, gerçek kabiliyet sahibi kişinin insani karakteri ve duruşudur. Başka biçimde söyleyecek olursak kartal ile kerkenez, yüğrük ile beygir arasındaki iç çekişme, bunların farkını da anlatmaktadır. Zirvelere kartalın da yılanın da çıkması gibi sanatta da aynı şey söz konusudur. Abiş’in vermek istediği ana fikir budur. Rastgele bir anda ortaya çıkarak kolay lokmaya ve sahte şöhrete konanlar ile bütün ömrünü sanat yolunda harcayanların iş ve hareketleri, hikâyetin olay örgüsündeki temel damarlardan biridir. Hikâyetteki estetik sonucun çok derinlerde olduğunu söylemek lazım. Felsefi sonucu ise genç nasirin arayış sırasında bulduğu kesindir.

      Bunu