olmadığını, düşmanının önünde diz çöktüğünü düşüneceklerdi, onun onuruyla oynayacaklardı. Bu o devrin hem gerçekliği hem de tragedyasıdır.
Hikâyet, Cüneyt’in ölümüyle biter. Bununla ilgili birkaç şey söylemek lazımdır. Cüneyt’in ölümü ile küycünün akıbeti arasında sıkı bir bağlantı vardır. Küycünün etrafa saçılan kemikleri gece gündüz yaşlı bahadırın gözünün önünden gitmez. Buna diyeceğimiz bir şey yok. Çünkü o da bir insan, iyiliklerini de kötülüklerini de sürekli hatırlaması gayet tabiidir. Bozkırda kalan küycüyü kurt mu yedi, kuzgun mu yem kıldı belli değildir. Öldüğü bir gerçektir lakin Cüneyt’in ölüyü bizzat gördüğü yahut başkalarından onunla ilgili bir haber aldığına dair hikâyette herhangi bir şey yoktur. Buna rağmen küycünün saçılmış kemiklerinin Cüneyt’in gözünün önüne gelmesi sahnesi inandırıcılıktan yoksun gibi görünmektedir. Cüneyt psikolojik rahatsızlıktan ölür. Böyle bir şeyin özne ile nesnenin doğrudan bağlantısı sonucu olacağı açıktır.
Kitaptaki ikinci hikâyet “Hanım Derya Hikâyesi” adını taşımaktadır. Bu anlatıda meşhur Cengiz Han’ın hayatının son saatleri hikâye edilmektedir. “Dünyanın yarısını kuru ot gibi yerle bir eden” Cengiz Han’ın “kendi mezarını kazışı” ilgi çekici bir şekilde dile getirilmiştir. Anlatıda ilk bakışta göze çarpmayan asıl düşünce vatanseverlik düşüncesidir. Hikâyetin değeri de bu düşüncenin gerçekçi bir biçimde dile getirilmesindedir. Cengiz Han’ın gözünü toprakla dolduran hikâyenin asıl direği olan vatanseverlik düşüncesi, Gülbelcin karakteri vasıtasıyla verilmiştir.
Gülbeljin’in Cengiz Han’a yaptığı kötülük durup dururken vuku bulmuş, rastgele bir hareket değildir. Bu, kadının yüreğinde yaşattığı, yok olmakla karşı karşıya bulunan vatanına duyduğu sınırsız sevginin başkaldırısıdır. Böyle bir hareketi sıradan bir olayla karıştırmamak gerektir.
Vatanını çok seven bu şerefli kadın orada değil de başka yerde bulunsaydı bile o suikastı muhakkak gerçekleştirirdi. İşte buna hikâyeti okurken tam anlamıyla inanıyor insan.
Yazar, Gülbelcin, Cengiz Han ve Kasar karakterlerini çok gerçekçi ve inandırıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Her bir karakter inandırıcı olduğu kadar düşündürücüdür de.
Kitaptaki son hikâyet “Yarış”tır. Bu anlatı önceki iki anlatıya çok benzemez. Çünkü bu hikâyeti okurken okuyucunun “Yazar acaba burada ne anlatmak istedi?” diye düşünmesi mümkündür. Ayrıca “Olay yeni değildir, bazı şeyler de tekrarlanmıştır.” diye düşünenler de çıkacaktır. Çünkü hikâyetin olay örgüsünde halk anlatılarında rastlanan bir zenginin biricik kızını hiç kimseye vermediği için sonunda bir kele vermek zorunda kalması sarını (motifi) bulunduğu açıktır. Ancak bu eserin değerini azaltmış değildir.
Edebiyatta itibarilik kuramının yazarın gerçek niyetini anlatmasının bir yolu olarak kabul edilir. Abiş’in “Yarış” hikâyetinin olay örgüsünde de bu itibarilik mevcuttur. İtibarilik kavuz gibidir. Dolayısıyla bu tür eserlerin özüne ulaşabilmek demek yazarın amacını anlamak demektir.
Abiş, “Yarış”ta zengin Balapan’ı yüceltiyor mu veya esrik Esen’e taraf mı tutuyor? Kesinlikle hayır. Yazar, eskiden olduğu gibi bugünkü hayatımızda da ara sıra rastlanan zayıflığı ve basitliği eleştirmektedir, burada acı bir alay vardır.
Bu üç hikâyeti okurken ortaya çıkan gerçek şudur: Abiş yazarlık üslubunda hâkim bakış açısıyla iç monolog yöntemlerini çok usta bir şekilde bağdaştırmıştır.
Güzellik Olmadan Şiir Olmaz
Yakın zaman önce tanınmış edebiyat bilimcisi A. Konıratbayev’in “Devir ve Gelenek” adlı makalesi yayımlandı. Yazılış ilkesi ve makalede gündeme getirilen bazı meseleler, bizdeki bazı fikirlerin de dışa çıkmasına sebep oldu.
Öncelikle gazete sayfalarında devam eden bu müzakere, genç şairlerin önemli meselelerini gündeme getirdiği için tam zamanında ortaya çıkmıştır. Çünkü yeni, bilhassa son yıllardaki şiirimizin öncü, orta ve son kuşak temsilcileri ciddi eleştiriye ve kılavuzluğa muhtaçtır. Bu açıdan bakıldığına A. Konıratbayev’in yazısının -ateşe su taşıyan karıncanın çabasına benzemesine rağmen- önemli olduğunu düşünüyorum. Makale, doğru hedefe yönelerek iyi niyetle yazılmasına rağmen bazı eksiklik ve kusurları da bünyesinde barındırmaktadır. Bunlar bir bakıma tabiidir de, çünkü küçük bir makale bir yana, monografilerde bile bir konunun bütün yönlerini kucaklamak mümkün değildir. Zira şu bir gerçektir ki Kazak şiiri hızla gelişmektedir, yalnızca nicelikte değil nitelikte de büyük bir gelişme görülüyor. Şairlerimizde başarı da var, boş çaba da.
Şiirin canı güzelliktir. Bu, ezelden beri söylenegelen bir gerçektir. Ancak bu gerçeği sık sık dile getirmeden yapamıyoruz. Güzellik, yalnızca şiirin değil hayatın da ebedî süsüdür. Şiir ise bu hayattan kopan billur damla, değerli parça. Öyleyse bu güzellik nasıl meydana geliyor? Meselenin buraya geliş sebebi, söz konusu makaleyi okurken doğan izlenimlerdir. Esasen müellifin yazısının özeti şudur: Günümüz genç şairlerinin eserleri avılda neden anlaşılmıyor? Bunun sebebi derin kökleri bulunan edebî geleneğe kayıtsız kalıp geçmiş şiir ustalarının eserlerini dikkatli okumamaktan mı kaynaklanıyor? Diğer yandan müellifin bazı fikirlerinin daha olduğu düşüncesi de doğmuyor değil. Müellif, şairin kesinlikle sıfırdan yani alıştırmalardan başlamaması gerektiğini söylüyor. Yine gençlerin halk edebiyatı geleneğinden ve Abay geleneğinden faydalanmalıdır diyor, elbette bu isabetli bir görüştür. Ancak bu son görüş bir önceki görüşe ak ile kara kadar zıttır. Öyle ise şair bu gelenekleri öğrenmiş olarak mı doğacaktır?
Talim ve temrin, sanatta önemli bir ulamdır. Bu doğrudan doğruya çalışma süreci demektir. Temrinden birçok şey öğrenmek mümkün değil midir? Müellifin, G. V. Plehanov’un “Adressiz Mektuplar” adlı eserinde sanatın oluşmasında ve gelişmesinde çalışmanın rolüne çok önem verdiğini bile bile temrinden başlamamak lazım demesine şaşmamak mümkün değildir. Temrin dediğimiz şeyin doğrudan doğruya çalışma demek olduğunu herkesçe bilinmektedir.
Yazar yine yalnızca Avezov gibi başlamak lazımdır diyerek düşüncesini kesin bir dille ifade ediyor. Destekli düşünce mi dediniz? Elbette yok.
Ancak makalenin ana fikrine umumen katıldığımızı belirterek, müellifin düşüncesine katılıyoruz ve bazı genç şairlerin şiirlerinin sevilerek okunmayışının okunsa bile estetik etkisinin uzun sürmeyişin, etkisinin kibrit alevi gibi yok oluverişinin şiirde güzellik unsurunun bulunmayıştan kaynaklandığını söylüyoruz.
Esasen güzel şiirde başka sanat kollarının ögeleri de iç içe bulunmaktadır. Sözgelimi güzel şiirde mimarideki simetri, musikideki ahenk, resimdeki renk cümbüşü gibi unsurlar da bulunur. Bunlar şiire ayrı bir ışık ve güzellik verir.
Güzelliğin olduğu yerde imge de vardır. Birincisinin olmadığı yerde ikincisi de yoktur. İkisi ikiz kavram gibidir, ayrılması mümkün değildir.
İmge yalnızca bir ulusun şiirine değil bütün dünya şiirine özgü bir özelliktir. Ancak her ulusun şiirinde yalnızca biçimi değil iç kuruluşu da millî özellikler gösterir.
Çöz gönlümün bilmecesini,
Yoksa her şey bomboş.
Toy yürek çıkarıp parmağını,
Uzanır aya, ne hoş. (Abay)
Bu dizelerin gücü âşığın arzusunu ve aşk duygusunu