Скачать книгу

öldürdükten sonra, dönüp diğer tarafa atılırken, adı geçen Vahşi adındaki Habeşî, pusudan çıkıp mızrağını attı ve Hz. Hamza’yı vurup şehit etti.

      Şehitlerin efendisi olan Hz. Hamza, bu sefer sekiz ünlü kâfiri vurup düşürdükten sonra kendisi de böylece Vahşi’nin bir mızrağıyla şehit oldu.

      Kız kardeşinin oğlu olan meşhur Abdullah İbni Cahş’ı (r.a.) da bu sırada Ebu’l-Hakem İbni Ahnes Sakafi şehit etmiştir. Yine muhacirlerden Şemmas İbni Osman (r.a.) da o sırada şehit olmuştur.

      Vahşi, bir aralık Hz. Hamza’nın yanına gidip, karnını yardı ve ciğerini çıkarıp Hind’e götürdü. Hind, çok sevindi, büyük bir hırsla Hz. Hamza’nın ciğerini ağzına alıp çiğnedi, üstünde başında bulunan ziynetlerini ve yanında bulunan mallarını şükrane olarak Vahşi’ye verdi. Bundan başka Mekke’ye dönüşünde şu kadar altın daha vereceğini vadetti. Sağ oldukça Vahşi’ye teşekkür borçlu olacağına dair şiirler söyledi.

      Hz. Hamza’nın ölümü, Müslümanlar için büyük bir musibet idi fakat o hâldeyken bile kimsenin onu düşünecek zamanı yoktu. Herkes kendi başının kaygısına düşmüştü çünkü yukarıda geçtiği gibi, Halid İbni Velid’in geriden saldırması üzerine İslam ordusu bozgunluğa yüz tutmuştu.

      O sırada “Arkanıza bakınız ey cemaat!” diye bir ses işitildi. Bu yüzden İslam ordusuna bir karışıklık ve Müslümanlara şaşkınlık geldi, ileri koşuşmuş olanlar, telaş ve dehşet ile geri döndüler ve arkalarındaki Müslümanları, düşman sanarak üzerlerine saldırdılar. Gerçi Müslümanlar, harp sırasında birbirini tanımak için önceden aralarında “Öldür, öldür!” parolasını koymuşlardı fakat şaşkınlık ile onu unuttular. Bu sebepten dolayı dostu düşmandan ayıramaz oldular. Hemen birbirlerini kırmaya başladılar.

      Bozulup dağılmış olan kâfirler toplanarak geri dönüp, Müslümanların üzerine saldırdılar. İşte bu kargaşada ensardan pek çokları yaralandı ve öldü. Ashabın büyüklerinden Huzeyfe’nin (r.a.) babası olan Yeman (r.a.) da bu arada şehit olmuştur. Bu Yeman ile Sabit İbni Vaks (r.a.), çok yaşlı kimseler olup harp edemeyecek durumda olduklarından, Resul-ü Ekrem, Uhud Harbi’ne çıkarken onları geri çevirmek istemişti fakat her ikisi de şehitlik rütbesine kavuşmak için birlikte gelme arzusunda bulundukları için orduya katılmalarına izin verilmişti. Bu sefer ikisi de isteklerine erdiler.

      Düşmanlar bu şekilde fırsat bulduktan sonra Fahr-i Âlem’in üzerine saldırdılar ve yanındaki İslam topluluğunu dağıttılar. Üzerine pek çok ok ve taş attılar. Sa’d İbni Ebu Vakkas’ın (r.a.) kardeşi olan lanetlenmiş Utbe İbni Ebu Vakkas, Hazreti Peygamber’in dudağını yardı ve bir dişini kırdı.

      Abdullah İbni Kamie adındaki lanetli de mübarek yanağının üstünü yardı ve zırhının iki halkası kırılıp koparak bu yanları yere batıp içeri girdi. Resul-ü Ekrem ise kendisinin kanı yeryüzüne damlayıp da ondan dolayı kavmine azap inmesin diye yükünden akan kanları sildi. “Ya Rabbi! Kavmim cahildir. Sen onlara doğru yolu göster…” diye yalvardı.

      O sırada müşriklerin bir bölüğü, Resul-ü Ekrem üzerine saldırdı. Hazreti Ali, karşı çıkıp onların başı olan Hişam İbni Ümeyyetü’I-Mahzumi’yi öldürünce arkadaşları kaçtı. Daha sonra başka bir bölük ile Amr İbni Abdullah Cumahi saldırınca, Hazreti Ali, onu da öldürdü. Onun da arkadaşları kaçmaya yüz tuttu. Sonra bir diğer bölüğün daha hücumunda, Hazreti Ali, onların başı olan Bişr İbni Malik Amirî’yi de öldürünce artık ötekiler savuşup gitti. Kısacası Hazreti Ali o gün düşmanların gözünü korkuttu ve amcası Hazreti Hamza gibi, Allah’ın bir aslanı olduğunu ispat etti.

      O sıralarda Ümmü Ümâre diye bilinen Nesibe Hatun da meydana çıkmış, gayet mertçe çarpışıyordu. Bu Nesibe (r.a.), Mâzen İbni Neccâr evladından olan Ka’b’ın kızı ve ensardan Zeyd İbni Asim’in hanımıdır. Hicret’ten evvel Mekke’ye gidip de Akabe’de Resul-ü Ekrem’e biat edenlerdendir.

      Bu sefer kocası ve iki oğlu ile birlikte Uhud Harbi’nde bulunup, yiğitliğini dosta düşmana gösterdi ve nice yiğit erleri utandırdı. Hatta Resul-ü Ekrem’in üzerine saldıran fedailerden bir süvarinin ayağını kılıçla kalem gibi ayırdı ve atından aşağı düşürüp öldürdü. Kendisi birkaç yerinden yaralanıp kanları akarken bile korkusuzca kocasını ve oğullarını harbe heveslendirip cesaretlendiriyordu. Düşman, her ne taraftan Resul-ü Ekrem’in üzerine saldırsa, hemen kocası ve oğulları ile yetişip savunuyordu. Bundan dolayı Resul-ü Ekrem, “Ya Rabbi! Bunları bana cennette arkadaş eyle.” diye yalvardı.

      O sırada lanetli İbn-i Kamie, “Bana gösteriniz. Ya o ya ben!” diyerek, Resul-ü Ekrem üzerine saldırınca Nesibe Hatun (r.a.), ona karşı çıktı ve üç kere İbni Kamie’ye kılıç çaldı fakat lanetli, birbiri üzerine iki zırh giymiş olduğundan kestiremedi. İbn-i Kamie ise kılıç ile Hazreti Nesibe’nin omuzunu yaraladı ve Hazreti Peygamber’in bayrak taşıyıcısı olan Mus’ab İbni Umeyr (r.a.) zırhını giyince, Resul-ü Ekrem’e benzediğinden, İbn-i Kamie, onu Resul-ü Ekrem sanarak vurup şehit etti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, sancağı Hazreti Ali’ye verdi ve üzerine gelen düşmanların yüzlerini geri çevirdi. İbn-i Kamie ise hemen Ebu Süfyan’ın yanına gitti ve “Muhammed’i öldürdüm!” diye müjde verdi. Bu yüzden kâfirler sürüsü son derece sevindi. Bu haber, asker arasında yayıldı. Biri de dağın tepesinden yüksek sesle “Muhammed öldürüldü!” diye bağırdı.

      İşte bu haber, Müslümanları tamamen şaşırttı ve tarif olunmaz derecede ümitsizlik ve hayrete düşürdü. Kâfirler ise arka arkaya Resul-ü Ekrem’in üzerine saldırarak yanındaki İslam topluluğunu dağıttılar ve her taraftan onu kuşattılar. Hatta o zaman Cebrail ve Mikâil (a.s.), insan şekline girip ve Resul-ü Ekrem’in yanında durup onu korudukları ve o hâlde Resul-ü Ekrem’in, eline birçok ufacık taş alıp düşmanların üzerine atmasıyla savuşup gittikleri bildirilmiştir.

      İslam askerleri ise Resul-ü Ekrem’i göremez oldukları hâlde öldürüldüğü haberini işittikleri zaman ne yapacaklarını şaşırdılar. Hepsi parça parça, dağınık ve dehşet içinde kaza ve bela oklarına göğüslerini siper ederek işin sonunu bekliyorlardı. Hatta içlerinden bazıları, “Resul-ü Ekrem ölmüş, biz de başımızın çaresine bakmalıyız.” diyerek dağılıp dağlara, birazı da dönüp Medine’ye kadar gittiler.

      O zaman Enes bin Malik’in (r.a.) amcası olan Enes bin Nadr (r.a.), “Ey Müslümanlar! Muhammed öldüyse, Allah kalıcıdır. Din uğruna harp edip de şehit olarak ona kavuşmak istemez misiniz?” diyerek herkese cesaret vermiş ve şehit oluncaya kadar çarpışmıştır.

      Resul-ü Ekrem, o hâlde dünyanın kutbu gibi yerinden asla kımıldamadı. Ashabın büyüklerinden bazıları da pervane gibi Resul-ü Ekrem’in çevresinde dolaştıklarından, hemen onun başına toplandılar. Bunlar muhacirlerden Ebu Bekir, Ömer, Ali, Abdurrahman İbni Avf, Ebu Sa’d İbni Vakkas, Zübeyr İbni Avvam, Talha İbni Ubeydullah, Ebu Ubeyde İbni Cerrah ile Mikdad ve ensardan Ebu Dücâne, Hubab İbni Münzir, Asım İbni Sabit, Haris İbni Sımme, Seni İbni Hanif, Sa’d İbni Muaz, Üseyyid İbni Hudayr, Sa’d İbni Übâde ve Meslemeoğlu Muhammed idi.

      Bela tufanı içinde dümensiz gemi gibi dolaşan ashaptan Ka’b İbni Malikü’l Hazreci (r.a.), karşıdan Resul-ü Ekrem’i gördü ve etrafındaki ashaba haber verdi. Hemen birer ikişer toplanıp Hazreti Peygamber’in yanına geldiler ve otuz kişi kadar oldular. Sonra diğer İslam askerleri de gelip toplanmaya başladılar.

      O sırada Ziyad İbni Seken de (r.a.) ensardan on dört fedai yiğit ile gelip Hazreti Peygamber’in yanında yer aldı. Müşrikler sürüsü ise bazen Resul-ü Ekrem’e ok ve taş atıyor, bazen de