Ahmet Cevdet Paşa

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt


Скачать книгу

gitmiş ve “Gideyim mi, gitmeyeyim mi?” diye kura atmış ve “evet” diye çıkmıştı. Bu nedenle galibiyeti Hübel’den bilerek ona teşekkür etmiş idi.

      Bunun üzerine Resul-ü Ekrem’in emriyle Hazreti Ömer de “Allah her şeyden en yüce ve en büyüktür.” dedi. Ebu Süfyan, “Bizim Uzza’mız var, sizin Uzza’nız yok.” diyerek, “Uzza” dedikleri put ile övündü.

      Hazreti Ömer de “Allah bizim Mevla’mızdır. Sizin Mevla’nız yoktur.” dedi. Ebu Süfyan, “Beri gel ey Ömer!” dedi. Hazreti Ömer de Resul-ü Ekrem’den izin alıp biraz ileri vardı. Ebu Süfyan, “Ey Ömer! Allah için doğru söyle. Biz, Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu. Hazreti Ömer, “Yok Vallahi. Resul-ü Ekrem, şimdi senin söylediğin sözleri işitiyor.” diye cevap verdi.

      Bunun üzerine Ebu Süfyan da “Ben sana İbn-i Kaime’den daha çok inanıyorum.” dedi. Ondan sonra Ebu Süfyan dönüp gidecek olduğunda, “Gelecek sene sizinle Bedir’de buluşalım.” dedi. Hazreti Ömer de Resul-ü Ekrem’in emriyle “İnşallah.” dedi.

      Müşrikler bu derece üstün gelmişken yüce Allah, onların kalplerine korku verdi. Hemen muharebeden vazgeçtiler ve Mekke yolunu tutup geri döndüler. O zaman Resul-ü Ekrem, “Acaba Sa’d İbni Reb’i ne hâldedir? Şehitler arasında mıdır, yoksa yaralılar içinde midir? Ona doğru on iki kargı ile saldırıldığını gördüm.” diye buyurdu. Onu arayıp bulmak için Muhammed İbni Mesleme’yi (r.a.) gönderdi.

      O da şehitlerin olduğu yere gitti ve birkaç kere “Sa’d İbni Reb’i!” diye çağırdı. Bir ses çıkmadı ta ki “Allah’ın elçisi, beni sana gönderdi, ey Sa’d.” deyince, zayıf bir sesle, “Ben, ölüler içindeyim.” diye cevap verdi.

      Muhammed İbni Mesleme (r.a.), onu şehitler arasında buldu. Gördü ki pek çok kılıç, kargı ve ok yaralarıyla bedeni delik deşik olmuş can çekişmektedir. O hâlde Sa’d, gözünü açtı ve Muhammed İbni Mesleme’ye bakarak, “Allah’ın elçisine benim selamımı ileterek söyle ki ben cennetin kokusunu duyuyorum. Kavmine de benden selam ile söyle ki kirpikleriniz kımıldadıkça peygamberinize ihlas hususunda, Allah yanında özürlü olamazsınız.” dedi ve o anda ruhunu teslim etti.

      Bu Sa’d, Akabe’de Resul-ü Ekrem’e biat eden ashabın büyüklerinden olup Sa’d İbni Zürare’den sonra ensarın ileri geleni oydu.

      Muhammed İbni Mesleme, Hazreti Peygamber’in yanına gelip Sa’d’ın selam ve sözünü bildirince Resul-ü Ekrem, “Ya Rabbi! Sen Sa’d’dan hoşnut ol.” diye dua etti.

      Sonra Resul-ü Ekrem, şehitleri görmeyi diledi. Hazreti Hamza’yı gördü ki burnu ve kulakları kesilmiş, karnı yarılmış, bedeni parça parça edilmişti. Bu manzaradan Resul-ü Ekrem o kadar üzüldü ki hiçbir zaman böyle bir keder duyduğu görülmemiştir. O zaman Cebrail geldi ve Hazreti Hamza için göklerde “Allah’ın aslanı ve Allah’ın elçisinin aslanı.” diye yazılmış olduğunu haber verdi. Gariptir ki o gün sabahleyin Abdullah İbni Cahş ile Sa’d İbni Ebu Vakkas (r.a.), bir kenara çekilip, yüce Allah’a dua etmişler. Sa’d, “Ya Rabbi! Büyük bir düşmana rast gelip harp ederek onu yeneyim.” demiş. Abdullah ona, “Âmin!” dedikten sonra, “Ben de büyük bir düşmana rastlayıp harp edeyim ve sonunda şehit olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın ceza gününde, yani mahşerde yüce Allah, bana ‘Burnun ve kulakların nerede kesildi?’ deyince, ‘Ya Rabbi senin ve elçinin yolunda kesildi.’ diyeyim.” diye yalvarmış. Bu sefer şehitlerin kimlikleri araştırılırken Sa’d, onu o hâlde görünce hayret etmiştir. Hazreti Hamza, Resul-ü Ekrem’den iki yaş büyüktü. Cahş da o zaman kırk yaşını geçkindi.

      Ensardan Ebu Câbir de (r.a.) o kadar parça parça edilmişti ki kim olduğu, güç hâl ile ancak parmaklarından bilinebildi. Kısaca Kureyşlilerin, şehitlere karşı asla insanlığa yakışmayacak şekilde, vahşice davranmış oldukları görüldü. Resul-ü Ekrem, şehitleri o hâlde gömdürdü. Şöyle ki: Sağken aralarında sevgi ve yakınlık bulunan şehitler, ikişer üçer şekilde aynı yere gömüldüler. Hazreti Hamza ile kız kardeşinin oğlu Abdullah bir kabre ve Ebu Câbir ile kız kardeşinin kocası olan Amr İbni Cemuh ve Hârice İbni Zeyd, aynı kabre konuldular.

      Bu muharebede müşriklerin kayıpları yirmi ile otuz kişi arasında olduğu hâlde şehitlerin sayısı yetmiş kişiydi. Bundan başka Müslümanların epeyce yaralıları da vardı. Bu yetmiş şehidin yalnız beş altısı muhacirlerden olup, geri kalanı hep ensardandı.

      Bu bozgun, Müslümanlar hakkında büyük bir bela ve musibet olduğu hâlde İslam askerlerine Allah tarafından manevi bir terbiye idi. Çünkü askerin, hiçbir kumandanın işine karışması doğru değilken, İslam askerleri, Resul-ü Ekrem’in görüş ve tedbirine karıştılar. Resul-ü Ekrem, Medine’de durup da savunma harbi yapma düşüncesinde iken onu meydan muharebesi yapmaya zorladılar. Her hâlde bu hataları affedildi ve Resul-ü Ekrem, düşmana karşı gitti. Düşmanın süvarisine karşı, süvarisi yok iken İslam askerlerini öyle bir düzene soktu ki süvari saldırısına uğrayabilecek yalnız sol kolda bir yer kalmıştı. Onu da okçular ile kapattı ve Müslümanlara göre düşmanın kuvveti kat kat fazla iken düşman ordusunu bozguna uğrattı ve dağıttı. Ne fayda ki okçuların çoğu, ganimet sevdasıyla korunmasına memur oldukları yeri bırakıp dağıldılar ve böyle büyük bir bozguna sebep oldular.

      Askerlik, kumandanın emrine uymaktan ibarettir. Kendi bildiği gibi hareket eden askerlerin böyle büyük felaketlere sebep olageldikleri tecrübelerle bilinir. İşte muharebe sırasında yerini terk etmenin ne büyük bir cinayet olduğu, bu noktada gayet güzel anlaşılır.

      Resul-ü Ekrem, şehitleri gömdükten sonra, mübarek yüzü yaralı ve kalbi üzgün olarak ashabıyla beraber Uhud’dan kalkıp Medine’ye geldi. Şehitlerin eş ve çocukları ya da yakınları ağladıkça münafıklar sevinirdi. Müslümanların bu yenilgisi üzerine Yahudiler de şımardı. Kısacası İslam dininin dost ve düşmanı ayrıldı ve gerçekten Müslüman olanlar seçildi.

      Kureyş ordusu dönüp giderken, İkrime İbni Ebu Cehil diğer reislere karşı, “Ne iş gördünüz? Bu kadar üstünlük sağlamışken Müslümanları tamamen bitirmeden neden geri döndünüz? Çok zaman geçmeden onlar yine toparlanırlar ve öç almak için üzerimize gelirler. Akıl yolu budur ki Medine’ye gidip onları kökten yok edelim.” demişti. Safvan İbni Ümeyye de “Evs ve Hazreç kabileleri, bu kadar adamlarının ölmesinden dolayı kızarsa ve savaşa katılmamış olanları da öç almaya kalkışırlarsa iş tersine döner. Hazır yenmişken Mekke’ye dönelim.” diyerek İkrime’nin görüşünü çürütmüştü.

      Ebu Süfyan ise bu iki görüş arasında kararsız olduğu hâlde bu şekilde konuşa konuşa Revha Konağı’na varmışlar ve oradan geri dönüp de Medine üzerine gitmeye karar vermişlerdi. Hâlbuki onlar, yolda bu şekilde ileri geri konuşup giderlerken Abdullah İbni Amr Müzeni, yanlarında bulunarak onların sözlerini işitmiş ve ertesi gün sabah namazı vaktinden evvel Medine’ye gelerek, işittiğini Resul-ü Ekrem’e söylemişti. Resul-ü Ekrem Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i çağırdı. Müzeni’nin söylediğini onlara aktararak görüşlerini sordu. Onlar da dünkü muharebeden dolayı Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek ve düşmana bir gözdağı vermek üzere çıkıp da arkalarına düşmek suretini uygun gördüler. Bundan dolayı Resul-ü Ekrem sabah namazını cemaat ile mescitte kıldıktan sonra ashabını çağırmak üzere Bilâl-i Habeşî’ye emretti.

      O da aldığı emir üzerine, “Dün, Uhud Muharebesi’nde bulunanlar hazır olup gelsinler. Düşmanın arkasına düşülecektir.” diye bağırdı. Bütün ashap hazırlandı. Hatta yaralı olanlar bile yara ve berelerini sarıp geldiler.

      Resul-ü Ekrem, İbni Ummü Mektûm’u (r.a.) Medine kaymakamlığına