İbni Seken kılıç ile yaralanıp yere düşünce Resul-ü Ekrem’in emriyle ashaptan bazıları yetişip onu kaldırdılar ve Hazreti Peygamber’in yanına götürdüler. Resul-ü Ekrem, onu kucağına aldı ve son nefeste Resul-ü Ekrem’in mübarek yüzüne bakarak can verip cennet-i âlâya gitti. Peygamberlik makamı haricinde, şehitlik rütbesinin üstünde bir derece yoktur. Fahr-i Âlem’in kucağında can vermek ise pek büyük bir şereftir.
Veheb İbni Kâbus Müzni ile kardeşinin çocuğu Haris İbni Akb (r.a.) hadiseden habersiz oldukları hâlde sırf Resul-ü Ekrem’i ziyaret için Müzeyne Dağı’ndan kalkıp Medine’ye gelmişler ve Resul-ü Ekrem’in Uhud Muharebesi’ne çıktığını öğrenmişlerdi.
Hemen Medine’den çıkıp İslam ordusuna yetiştiler. O zaman İslam askerleri henüz yeni dağılmaya başlamış olduğundan, hemen meydana atıldılar ve mertçe harbe tutuştular. İşte o zaman Veheb’de (r.a.) görülen mertlik ve kahramanlık, doğrusu her iki tarafa da hayret verdi. Hatta iki sefer Resul-ü Ekrem’in üzerine saldıran bölüklere karşı çıkıp, düşmanları geri çevirdi. Sonra başka bir üçüncü bölüğün saldırısı sırasında Resul-ü Ekrem, “Ya bunlara kim karşı çıkacak?” diye sordu. Kâbusoğlu Veheb, “Yine ben, ey Allan’ın elçisi!” diye cevap verdi. Fahr-i Kâinat, Veheb’in bu sözünden hoşnut olarak, “Ey Veheb! Kalk ve cennet ile müjdelen.” diye buyurdu. Veheb’in son emeli ise Hazreti Peygamber’in önünde şehitlik rütbesini almaktan ibaret olduğundan, o bölüğe karşı vardı ve onu da vurup geri çevirdi fakat bu sefer kendisi de şehit olarak muradına erdi.
Sonra Resul-ü Ekrem, Veheb’in cenazesinin yanına gitti. Ruhuna selam ve dua ettiği sırada, “Ben senden hoşnutum.” dedi. Bunun için Hz. Ömer, “İbni Kâbus gibi ölmeyi canıma minnet bilirim.” derdi.
Medine’de Muhayrik adında hem ilim, fazilet sahibi hem de zengin bir Yahudi vardı. Resul-ü Ekrem’in, semavi kitaplarda adı geçen ahir zaman peygamberi olduğuna inanmıştı fakat birdenbire dindaşlarından ayrılıp da Müslüman olduğunu belli edemiyordu. Uhud Muharebesi günü, diğer Yahudi reislerinin yanına gidip, “Semavi kitaplara göre bugün Uhud’da din uğrunda harp eden şerefli kişinin, ahir zaman peygamberi olduğunda şüphe yoktur. Ona yardım etmek üzerimize farzdır.” deyince onlar da “Bugün cumartesidir. Bir işle meşgul olamayız. Muharebeye nasıl gidelim?” demişlerdi.
Muhayrik, “Onun şeriatı, cumartesi günü merasimine son verdi. Kalkınız gidelim, o şanlı peygambere yardım edelim.” demişse de dinlememişler. O da artık dayanamayıp İslamlığını açığa vurarak Hazreti Peygamber’in yanına geldi. “Ey Allah’ın elçisi! Eğer ben şehit olursam, bütün malımı din uğrunda yapılacak harp masrafları için kullan.” diye vasiyet etti. Sonra kendisini ortaya attı. Mertçe çarpışarak şehit olup, cennete gitti. İşte onun hakkında Resul-ü Ekrem, “Muhayrik, Yahudi milletinin en hayırlısıdır.” dedi.
Yine o sırada Osman İbni Mugiretü’l-Mahzûmi, Resul-ü Ekrem’in üzerine at sürdü. Hâlbuki Ebu Amir Fasık’ın Müslümanları düşürmek için kazmış olduğu bir kuyuya düşüverdi. Hemen Haris İbni Sımme (r.a.) yetişti ve kılıç ile o lanetlenmişi vurup öldürdü. At ve silahlarını alıp getirirken Ubeyd İbni Amirî geriden erişti ve Haris’in omuzunu yaraladı fakat Ebu Dücâne (r.a.) beriden yıldırım gibi yetişti ve Ubeyd’i vurup öldürdü.
Müşriklerin mahir okçularından Hayyan İbni Araka ile Malik İbni Züheyr yakın yerde bir taş arkasına saklanıp ok atarak ashabı rahatsız etmekteydiler. Hatta Resul-ü Ekrem’in azatlısı Ümmü Eymen (r.a.), gazilere su ulaştırır ve yaralılara bakarken Hayyan, bir ok atıp az kaldı ki zavallı kadını öldürecekti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem Sa’d İbni Ebu Vakkas’a bir ok verdi. “At ey Sa’d! Yüce Allah rast getire.” dedi. Sa’d İbni Ebu Vakkas da attı ve ok yerini buldu. Hayyan yıkılıp hemen can verdi. O hâlde Malik İbni Züheyr, ok atmak üzere yılan gibi taş arkasından başını çıkarır çıkarmaz, Hz. Sa’d ona da bir ok attı ve onu da başından vurup öldürdü.
Kısaca düşman her ne taraftan saldırdıysa, Müslümanlardan birtakım fedailer büyük bir cesaretle karşıladılar. Müşrikler de artık istedikleri gibi İslam kuvvetlerini tamamen yok edemeyeceklerini anladılar. Böylece muharebe pazarı biraz gevşediyse de ashap öyle açık ve tehlikeli yerde durmayı uygun görmeyip, Resul-ü Ekrem ile beraber emin bir vadiye çekildi ve Uhud Dağı’na arka verdi.
Kureyş’in ileri gelenlerinden ve İslam’ın en büyük düşmanlarından olan Übeyy İbni Halef ki Mekke’de iken Resul-ü Ekrem’e rastladığında, “Ey Muhammed! Bir at besliyorum. Onun üstündeyken seni vurup öldüreceğim.” deyince Resul-ü Ekrem de “İnşallah sen onun üzerinde iken ben seni öldürürüm.” demiş. Übeyy, Bedir’de esir olup bedel karşılığında kurtulmuşken uslanmayıp yine o sözü tekrar eder olmuş. Bundan dolayı Resul-ü Ekrem, bu sefer “Ubeyy’den emin değilim. Eğer arkadan saldıracak olursa bana haber veriniz.” diye ashabına tembih etmişti. Nitekim bu sırada Ubeyy ansızın nara atıp, “Ya sen ya ben!” diyerek doludizgin Resul-ü Ekrem’in üzerine saldırınca, ashaptan bazıları onu karşılamak istedi. Resul-ü Ekrem, “Dokunmayınız.” diye buyurdu. Eline bir mızrak alarak attı ve onu vurup, atından aşağı düşürdü. Lanetlenmişin bir eğe kemiği kırıldı. Hemen acısından bağırarak ve “Muhammed beni öldürdü.” diyerek kaçıp kavminin yanına gitti. Ebu Süfyan bakıp gördü ki beresi varsa da yarası yok, kan akmıyor. “Boşuna telaş ediyorsun, bir şeyin yoktur.” diye teselli etti. Übeyy ise “Önce Muhammed bana, ‘Ben seni öldürürüm.’ derdi. Gerçekten öldürdü çünkü bu bereden benim için kurtuluş yoktur.” diyordu. Hakikaten dönüp Mekke’ye giderken öküz gibi bağırarak yolda öldü.
Resul-ü Ekrem, “Yüce Allah, İbn-i Kamie’yi yerle bir etsin!” diye dilemiş olduğundan, İbn-i Kamie, Mekke’ye döndükten birkaç gün sonra dağa gittiğinde Allah’ın emriyle ona bir yaban keçisi bela olup boynuzlarıyla süserek onu parça parça etmiştir. Resul-ü Ekrem, Utbe İbni Ebu Vakkas’a da “Yılını doldurmasın!” diye beddua ettiğinden, o da senesi içinde müşrik olarak ölüp, canını cehenneme ısmarlayıp gitmiştir.
Resul-ü Ekrem ile ashabı sözü edilen Uhud Dağı’nın o vadisine gidip toplandı. Şurada burada dağılmış bulunan İslam askerleri de oraya gelip barındılar. Sonra Hazreti Ali, Resul-ü Ekrem’e su getirip yüzünü yıkadı ve abdest alıp öğle namazını kıldı. Mübarek yüzüne batmış olan iki halkayı Ebu Ubeyde İbni Cerrah (r.a.) ön dişleriyle tutup çıkardı ve çıkarırken kendisinin iki dişi düştü. O halkalar çıktıktan sonra yerlerinden kan boşandı. Bunun üzerine Ebu Said-i Hudri’nin babası Malik İbni Sinan Hudri akan kanları emdi.
Hind ile yoldaşları olan öteki Kureyş kadınları meydanı boş bulunca gelip şehitlerin burunlarını, kulaklarını kestiler ve onlardan bilezikler, gerdanlıklar yaptılar.
Ebu Süfyan Uhud Dağı’nın o vadisinde bir İslam topluluğu biriktiğini görünce onları dağıtıp yok etmek üzere bir bölük müşrik askeri ile başka yoldan onların üst tarafına çıkmak istedi.
Resul-ü Ekrem, “Ya Rabbi! Artık oraya çıkamasınlar.” diye dua etti ve duası kabul edildi. Ebu Süfyan her ne kadar çabaladıysa da yukarı çıkamadı. Resul-ü Ekrem’in duasının tesiriyle artık fitne ve harp tufanı kesildi fakat Resul-ü Ekrem’in sağ olup olmadığından Ebu Süfyan’ın şüphesi olduğundan, bunu anlamak istiyordu. Bunun için o İslam topluluğuna doğru üç kere “İçinizde Muhammed var mı?” diye sordu. Resul-ü Ekrem, ashabına, “Susunuz, cevap vermeyiniz.” dedi.
Ebu Süfyan yine üç kere “İçinizde Ebu Bekir var mı?” diye bağırdı. Yine ses çıkmadığı için üç kere de “Hattaboğlu Ömer var mı?” diye seslendi. Buna da bir