bu konuşmayı işitince oraya gelen kimselerin Ay Toldı ile yanındaki adamlardan başkası olamayacaklarını kestirerek kendisinin evde oturmayıp oraya kadar gelmesine pişman oldu. Çünkü Ay Toldı, Fergana’ya gelince hiçbir yere uğramayıp babasının evine gidecekti. Kendisi derhâl geri dönse mutlaka onu orada bulurdu. Cihan, karanlık çökmeden hemen geri dönme emrini verdi. Şehirden iki mil uzakta bulunuyorlardı. Hemen geriye döndüler. Şehrin kapısına doğru atlarını sürmeye başladılar. Şehrin kapısına varınca alay halkını çok geç kaldıklarından dolayı büyük bir merakta gördüler. Hatta bazıları Cihan’ın av takip ettiği yerlerde ne olduğunu anlamaya gitmişlerdi. Uşaklardan biri geyiği kesilmiş bir hâlde getirmemiş olsaydı daha fazla meraka düşeceklerdi. Cihan’ı gelirken gördükleri zaman onu ta uzaktan, kıyafetinden ve atının renginden tanımışlardı. Hepsi birden karşılamaya koştular, yemeğin hazır olduğunu söylediler. Hizran biraz yemek yemesini hanımından rica etti. Cihan sofraya oturdu. Alelacele biraz et, meyve yedi; kımız içti. Fikren pek meşguldü. Yemek yerken uşaklardan birinin mürebbiyesinin kulağına eğilerek gizlice bir şey söylediğini, mürebbiyesinin renginde uçukluk hasıl olduğunu görmüştü. Mürebbiyesini çağırdı, soru sorma manasıyla gözlerine dikkatle baktı. Hizran:
“Uşak bana Saman’dan bahsetti.” dedi.
“Saman buraya geldi mi? Şimdi nerede?”
“Buraya geldiğini, seni sorduğunu, sonra geri döndüğünü söylediler.”
“Onun çabucak geri dönmesine mutlaka bir sebep var. Hiçbir şey söylememiş mi?”
“Bir şey söylememiş.”
Hizran bu sözleri söylerken ağzında kalıp çiğnediği bir lokmayı yutmakla meşgul gibi görünüyordu.
Cihan, Hizran ile konuşan uşağın yüzüne dikkatli dikkatli bakarak dedi ki:
“Babam için gelmiş zannederim. Acaba babam ne hâlde?”
Hizran, hanımının acele edişini garip görmedi çünkü Cihan’ın zekâ ve anlayışını, muhatabının gözlerine dikkatle bakınca ruhunun derinliklerinde sakladığı şeyleri keşfettiğini ve anlamını çıkardığını acı şekilde biliyordu. İtiraftan başka çare bulamadı fakat önem vermez gibi göründü:
“Hanımcığım! İnandığımız Hürmüz’e7 emanet. Babanız için hiçbir korku yoktur fakat Saman, babanız sizi görmek istediği için sizi sorduğunu söyledi. Üstelik geç kaldınız. Bugün de bayramdır, Nevruz günüdür. Elbette sizi arayacaktı.”
Cihan derhâl ayağa kalktı. Alay arabasının çabuk hazırlanmasını uşaklara emretti:
“Babamın hastalığı mutlaka fenalaşmıştır. Böyle olmasaydı buraya kadar kardeşimi göndermezdi. Haydi, eve koşalım.” dedi.
O zamana kadar araba hazırlanmıştı. Cihan, Hizran ile gerduneye bindi. Alay hiç durmayarak konağa doğru yola çıktı. Cihan orada, sevgilisi Ay Toldı’yı bulacağını ümit ediyordu.
10
MARZBAN
Cihan, konağa ancak yatsı zamanında ulaşmıştı. Konağın bahçesinde, her tarafta yakılan fenerler ışık saçıyordu. Her sene bu bayram gününde olduğu gibi bu sene de Marzban’ın dostları, çiftçileri ve diğer tanıdıkları âdetleri üzere hediyeler eşliğinde oraya gelerek bahçede toplanmışlardı. Bunlar, oraya her sene bu bayram gününde geldiklerinde neşeli ve şen dururlar, gülüp oynarlar; davul, tambur çalarlardı fakat bu sene neşesiz duruyorlardı. Müzik aletlerini beraber getirmişlerdi lakin çalmıyorlardı. Hiçbir neşe izi göstermiyorlardı çünkü Marzban’ın ağır hasta olduğunu anlayarak mahzun olmuş, sessizliği seçmişlerdi. Bunlar bahçenin yollarında, konağın merdiveni üzerinde dağılmış ya da toplu bir hâlde yer almışlardı. Hepsi yeni yeni bayram elbiselerini giymişlerdi. Hepsinin yüzünde hüzün izleri görülüyordu. Biri diğeriyle konuşmak istese yavaş sesle konuşuyordu. Birbirlerine baktıkları zaman üzgün oluyorlardı. Bahçenin kapısında kalabalık ziyadeydi çünkü elbise, koku ve meyvelerden oluşan hediyeler; hayvanlar getirilmiş, kapıda duruyordu. Konağın hademeleri yükleri indirip içeriye taşımakla meşgullerdi.
Cihan Hatun’un alay arabası konağın kapısına varınca halk, yolun iki tarafına çekildi. Herkes kendi hâlini, hediyesini unutarak Marzban’ın kızını izlemeye koyuldu. Bütün bu halk Cihan’ı cidden seviyordu. Onu görmekten büyük bir haz ve bahtiyarlık duyuyor, kendisini mübarek ve yüce bir hanımefendi kabul ediyorlardı. Cihan, arabadan inince her taraftan selamladılar. Yüzünü gördükleri zaman sevindiler. Bir an için üzüntülerini unutur gibi oldular çünkü onlara öyle geliyordu ki Cihan, babasının yanına girerse ızdırap yatağında yatan hastanın acısını ortadan kaldıracak, Marzban tamamen sağlığına kavuşacaktı.
Cihan ise kendisini selamlayanları nazikçe başını eğerek karşılıyor fakat her zamanki gibi tebessüm etmiyordu. Cihan’ın çehresi daima alçak gönüllülük, incelik ve nezaket saçtığı için halk bu defa onun yüzünün gülmediğini fark etmişti. Hizran, arabadan daha önce inmişti. Hanımının yanında yürümeye başladı. Cihan ilerledikçe halk ona yol vermek için iki tarafa çekiliyor, selama duruyordu. Cihan bahçe kapısından girdi. Ağırbaşlı ve temkinli adımlarla bahçeyi geçti. Konağın sofasına giden birkaç basamaklı merdiveni çıktı. Buralardan geçerken bu halkın içinde Ay Toldı’ya rast gelirim ümidiyle gizlice ve dikkatle her tarafa bakıyor fakat ona bedel, orada Afşin’i görmekten de korkuyordu. Ne ona ne buna rast gelmedi. Konak halkı büyük bir merak içinde kendisinin gelmesini bekliyordu. Derhâl karşılamaya koştular. Cihan, biraderi Saman’ı da bunların içinde göremedi. Onu odada, pederinin yanında zannetti. Konağın idarecisini görür görmez pederinin durumunu sordu. İdareci Ona:
“Yüce Hürmüz’e selam olsun. Sağlığı iyidir.” dedi.
Cihan biraz rahatladı fakat yine meraktan kurtulamıyordu. Kendisini karşılamak için iki tarafta ayakta durmuş olan cariye ve hademelerin arasında büyük halılardan döşenmiş bir aralıktan aceleyle geçerek babasının bulunduğu odaya gitti. Babasını görmek için büyük bir şevk ve istek duyuyor, kalbi onun için korkudan hızla çarpıyordu. Odanın kapısında hadım bir köle duruyordu. Bu hadım, daima Marzban’ın kapısını beklerdi. Cihan’ı görünce hemen efendisine koştu, Cihan’ın geldiğini haber etti. Sonra kapıya gelerek hanımının girmesi için perdeyi kaldırdı. Cihan ava giderken giymiş olduğu elbiseyle babasının yanına girdi. Hâlâ sarığı başında duruyordu. Yalnız yüzünü ve boğazını açmış, güzelliği daha ziyade meydana çıkmıştı. Üzüntü, yorgunluk; heybet ve vakarını, güzelliğini bir kat daha artırmıştı. Cihan çehresi parlak ve letafet saçtığı, gözleri zekâ ve şefkatinden parladığı hâliyle babasının yatağına yaklaştı.
Marzban altmış yaşını aşkın bir adamdı fakat hastalık onu pek ihtiyar yapmıştı. Büsbütün beyaz olan sakalı, göğsünü dolduruyordu. Büyük gözleri zayıflıktan çukurlaşmıştı. Yüzünde zayıflık eseri pek fazla belirmiş ise de gözleri hâlâ parlak kalmış, zayıflık onun heybet ve vakarını eksiltememişti. Özellikle kızının kendisine şiddetle ihtiyaç duyduğu bir zamanda gelmesi, gözlerinin parlaklığını canlandırmıştı. Üzerinde yatmış olduğu karyola parlak fil dişi ile süslenmiş dört ayak üzerinde abanoz ağacından yapılmıştı. Marzban arkaüstü uzanmış, başına takke gibi küçük bir sarık sarmıştı. Vücudunun üzerine sırma ile işlenmiş atlastan bir örtü konulmuştu. Örtünün göğsüne rastlayan tarafına gayet kıymettar, samur kürkünden örülmüş bir atkı atılmıştı. Marzban iki elini bu atkı üzerine atmıştı. Gömleğinin kolları yukarıya çekilmişti. Hastanın zayıflığı ellerinden