yüksek tahta karyolanın üstüne atladı ve yüzüstü yatarak ağladı. Fakat bu defa ne kadar ağlasa da annesinin onu avutacak hâli yoktu. Bunu biliyordu. O yüzden, gözünde yaş olmasa da arada sırada yalancıktan bağırıp duruyordu. Kendisi de ağlamaktan usanmaya başlamıştı. Nihayet bir kez daha dalgacı ve haşarı mizacına bürünüp ağlarmış gibi yatarak seyrek de olsa kısaca:
– Oy vay, kardeşim, diyordu. Bir iki defa hafifçe dönerek gözünün ucuyla annesinin tarafına bakıyor, kimse hareket etmiyorsa bir defa daha bağırıyor, bağırışının ardından bir kez daha o belayı söylüyor ve deliliğini sürdürüyordu. Bir defasında “oy vay, kardeşim Abay” diyerek inledi. Abay, başı ağrısa da gayri ihtiyari gülüverdi.
Ospan annesinin büyük ve şişman vücudunun yerinden kımıldamaya başladığını fark etti. Ayağa kalmak üzereydi. Yine bir tehlike olacağını anladı ve annesi kalkıncaya kadar zıplayıp döşekten indi:
– Oy vay, kardeşim Abay! Abay! Abay, diye bağırarak kapıya doğru fırladı. Annesi kalkıp hamle yapmak istedi, kalkamadı:
– Hey, kim var orda? Yakalayın! Yakalayıp getirin şu deliyi, diye dışarıya doğru seslendi. Ospan kapı önünde kasılarak yürüdü, kenardaki evlere doğru hoplaya zıplaya sıvışıp gitti. Orada annesinin buyruğunu işiterek bunu yakalayıp getirmek için hemen harekete geçen büyük ağabeyi Takejan’ı gördü…
Abay bu şekilde bir hayli uzun süre hasta kalmıştı. İlk günlerde biri “uçuklamış”, biri “nöbet geçiriyor”, başka biri “karahummaya yakalanmış” diyerek çeşitli tahminlerde bulunsa da tam olarak açıklayabilen olmamış, özellikle tedavi için bir şey yapılmamıştı.
Sadece hastalandığı ilk günün ertesinde ninesi buyruk verince yaşlı bir kadın günbatımında Abay’ı dışarı çıkarmış, yeni kesilmiş koyun akciğeriyle çıplak vücuduna vurmuş, yüzüne su sıçratarak okuyup üflemiş, “git felaket, git! Göç oğlumdan, göç” demiş, batmakta olan kıpkızıl güneşe baktırarak bir türlü tedavi uygulamıştı. Ona göre de Abay korkup uçuklamıştı…
Abay, kendine geldiği bu akşamüstünde eklemleri çözüle çözüle ve başı dönerek zorla çıkmıştı evin önüne. Gözleri bulandığından mı, nedir? Şimdiki dünyanın kızılı, eskiden görmediği şekilde bir başka görünüyordu gözlerine. Hayal mi, düş mü? Her nasılsa, bir başka âlemin farklı bir sureti gibiydi çevre.
Oba, iki gün geçtikten sonra Kölkaynar’dan Şınğıs’a doğru göçtü…
Bir süreden beri boyların büyükleri ve sürü sahipleri “yaylanın besleyiciliği iyi mi ki? Otları yetişti mi ki” diyerek gelen geçenden soruşturuyordu. Bağrı ve bayırları yeşermekle birlikte Şınğıs’ın belleri çabuk ısınmaz ve erken yeşermezdi. Bütün Tobıktı’nın suyu bol, yaylası geniş, otlağı uzun, büyük mekânları Şınğıs’ın öte yakasındaydı. Oralara ulaşmak için geçilmesi gereken beller ise üzerine çok kar yağan yüksek rakımlardaydı.
Kunanbay obası göçmeye başlayınca çevredeki başka pek çok oba da hemen peşinden göçmeye başladı. Aşağılardaki Jidebay, Musakul, Şüyginsu gibi bol gür otlu kışlık yerleşkelerde oturanlar da akarcasına göçüyordu. Her halk kendi yakınındaki Akbaytal, Köldenen, Jigitek, Şatkalan, Bökenşi gibi geçitlere yöneldi. Şınğıs dağının kimi geçitlerinin adı o çevreyi sahiplenen boy adıyla anılırdı. “Jigitek”, “Bökenşi” denenler, böyle geçitlerdi.
Bökenşi geçidine Kodar kışlağı ile Jeksen kışlağı arasındaki geniş alanlardan çıkılarak varılırdı…
Abay sağlıklı olsa göç sürecini sevinçle geçirir, gülüp oynardı. İlkbaharda Şınğıs’ı aşıp yaylaya göçmek büyüklere ve özellikle sürü sahipleri ile fakir fukaraya ne kadar ağır ve uzun süren bir meşakkat gibi görünse de çocuklar için güzel havada gezinti yapmak gibiydi.
Abay da, önceki yıllarda bu Kölkaynar’dan o kadar uzak yamaçta akan Baykoşkar nehrine ulaşıncaya kadar yapılan ona yakın seferi, insan ve mal kaynarcasına kalabalık bir pazarın ilgi çekiciliği bitmeden göçmesi gibi görürdü.
Bu yıl da göç öyleydi. Yol üzerindeki bilinen konaklama yerleri Taldıbulak, Barlıbay ve Kızılkaynar idi. Kimi konaklama yerlerine sabah erkenden gelip konuyorlar, akşamüstü yeniden yollara düşüyorlardı. Bunu apar topar göç olarak adlandırıyorlardı. Kimi konaklama yerlerinde ise ya bir ya iki gün konaklar konaklamaz gidiyorlardı. Bu durumda büyük evler kurulmuyor, “urankay23 (çadır)”, “abılayşa24 (tahta direkli)”, “jappa25 (çardak)”, “iytarka26 (çatma)” denilen nice türlü küçük, dar ve alçak çadırlar dikiliyordu. Herkes kendisinin sevdiği türden evciğini kuruyordu. Uçsuz bucaksız bölgedeki bütün obalar bu yaylaya göç seferinde çocuklarla birlikte “oba oba”, “kulübe kulübe” oyununu oynar gibi oluyordu.
Kışın, ilkbaharda ve güzün birbirinden uzakta yaşayan obalar bu seferler boyunca yerleşme durumlarıyla nispeten birbirine kavuşuyor, karman çorman karışarak yerleşiyordu. İnsanları, malları, çadırları da buluşuyor, bir obadan diğerini ayırmak zorlaşıyordu.
Bu şekildeki göçüş başkaları için kolay olsa da koyuncu, kuzucu, yılkıcılar için çok büyük bir huzursuzluk kaynağı ve asalaklık günleri olurdu. Birisinin yılkısına yabani atlar, başıboş avareler karışır. Birisinin koyununu başka bir obanın kuzusu emer, koyunlar koyunlara karışır, birbirine musallat olur giderdi. Böylesi telaşlı anlarda “ayakbastı”, “göz kıstı” diye, nice uysal kişinin toklusu ve devesi ele avuca sığmaz obaların yemi olurdu.
Kendisininkini yemekten imtina eden, gece boyunca başkasından gelen “karışma” ve “girmelerin” altını üstüne getiren, evirip çevirerek çiğli pişmişli yuvarlayıp yutan mal düşkünü kötü niyetli kodamanlar ve nice belanın başını çeken yöneticiler de olurdu.
Bu seferler sırasında pek çok halkın ivedi göçüyle birlikte deminki gibi yığılarak yerleşmesine sebep olan başka bir şey daha vardı: İlk günlerde dışarıda kurt çok olurdu. Issız olduğu için bu bölgelerdeki dağ bellerinde yavrulayan kurtlar halk gelinceye kadar sıçan ve dağ sıçanı avlayarak yaşar, her yer mal ile kaplandıktan sonra ise huzur vermeden kasırga gibi vururlardı. Pek çok oba gece boyunca hayvan barınaklarını at üstünde gözetir, obaların kenarına fasılasız alevlenen ateşler yakar, bağırış çığırış ile sabahı sabaha eklerlerdi. Bütün bunlar yaylaya göç seferini, her şey yerli yerindeykenki ve başka dönemlerdeki diğer yaşayış tarzlarının hepsinden farklı kılardı. Gündüzleri bütün halk at üstünde olurdu. Erkekler ise mızrağını, sopasını veya ay baltasını göç boyunca ellerinde taşırdı. Abay, kitle hâlinde seyahat edilen genel göç seferinin bu görüntüsünü yağmalama saldırısına benzetirdi…
Her yıl olduğu gibi bu baharda da tekrarlanan göçler Abay’a ilk defa alabildiğine huzur bozucu bir meşakkat olmuştu. Onu sarıp sarmalayarak mağlup etmiş olan bir hastalığı yoktu. Fakat sağlıklı da değildi. Yürümek isteyince gözü kararıyor, başı dönüyor, olduğu yere düşüyordu. Ancak, onun hastalığına bakıp ta göçmemek uygun olmazdı.
Uljan’ın evine üç dört günde bir uğrayan Kunanbay çoğunlukla Uljan’ın güzel kuması Ayğız’ın evinde kalırdı. Arada sırada da baybişesi Künke’nin yanında kalırdı. Onun obası ayrıydı. Kunanbay, bu defa Künke’nin göçüyle birlikte seyahat ediyordu.
Oğlunun