Veyis Güngör

Siyasi Katılım


Скачать книгу

Gençlik” başlıklı yazımı dinleyicilere dağıtarak tartışmanın yönünü tayin etmeye çalıştım.

      Konuya çocukluk dönemiyle ergenlik dönemi arası; adolesans-ergenlik çağının pedagojik, sosyolojik ve psikolojik tarifini yaparak girdim. Ve ergenlik döneminin en önemli gelişmelerinden ya da problemlerinden “aynileşme” (identification) üzerinde durdum. Peki aynileşme nedir? Sorusuna ise şu cevabı verdim: “Aynileşme ‘çocuğun ya da gencin kendisini başka birisiyle aynı görmesi, yani onun davranışlarını, duygularını, tümüyle şahsiyetini benimsemesidir’. Ergenlik çağında ortaya çıkan aynileşme, ciddi bir gençlik sorunudur.

      Aynileşme hareketi ilk etapta şüphesiz anne ve babaya benzemeyle başlar. Daha sonra sosyal çevredekilerle devam eder. Sosyal çevre genellikle aile, okul, akran grupları, dinî kurumlar, işyerleri, siyasî partiler, gençlik örgütleri gelir. Bu çerçeve her çocuğun, gencin karşılaşacağı bir çerçevedir. Afrika’daki bir çocuk da, Avrupa’daki bir çocuk da söz konusu sosyalleşme sürecini ve bu süreçte de aynileşme yaşar. Ancak bizim çocukların yani göçmen kitlesine mensup çocukların ve gençlerin sosyalleşme sürecinde tabiri caizse çifte sosyalleşme ve beraberinde yaşanan çifte sorunlar bulunmaktadır. İki farklı kültürde sosyalleşme süreci yaşayan gençlerin çoğu zaman farklı değerler ve normlar etrafında çatıştıkları, bu çatışmanın bir krize, kimlik krizine dönüştüğü bazı gençlerde apaçık ortadadır. Krizden kurtulamayan bazı gençlerin okullarını yarıda bıraktıkları, çekingen, pasif oldukları, konuşma sonrası gelen sorularla da tasdik edilmiş oldu. Elbette, bu durum, iki farklı kültürde sosyalleşme olamayacağı, iki farklı kültürün bir arada bulunamayacağı anlamına gelmemelidir. İlk başlarda yaşanılan kriz ya da şok geçici olup, zaman içinde çocuklar her iki kültüre de aidiyet duygusunu geliştirirler. Ve karşımıza iki boyutlu kimlik ya da çifte sosyal kimlik çıkar. İşte bu süreçte çocuğu, genci rahatlatacak, gence örnek oluşturacak söz konusu süreci başarıyla geçmiş, her iki kültürün de bazı değerlerini üzerinde toplamış tiplere, liderlere ihtiyaç vardır. Bu tiplerin azlığı ya da seslerinin yüksek çıkmayışı söz konusu “aynileşme” hareketini ve sürecini zaman zaman krize çevirebilir.

      Aynileşme sürecinde tarihî figürler, kahramanlar, ilim adamları, ideologlar, düşünürler de önemli bir yere sahiptir. Bunların yaşantıları, yaptıkları çalışmalar gençlere adeta bir ilaç gibi gelir. İki kültür arasında yetişen ve ebeveyn kültürünün sürekli horlandığı, aşağılandığı bir ortamda, sosyolojinin kurucusunun Karl Marks’tan önce Endülüslü İbn-i Haldun olduğunu, ilk tarihî romanın Robinson Crusoe olmayıp, İbn-i Tufeyl tarafından yazılan Hayy Ibn Yegzan felsefî roman olduğunu, Hollandalı filozof Spinoza’nın, kitapları arasına söz konusu romanı kendi eseriymiş gibi almasını gençlerin bilmesi onlarda oluşan aşağılık kompleksinin kısmen ortadan kalkmasına vesile olabilir.

      Onun içindir ki, örnek insanlar, popüler insanlar sosyalleşme sürecinde aynileşme problemi yaşayan gençler için önemlidir. Konunun başında da yer verildiği üzere bugün Hollanda’daki birçok Arap asıllı gencin kendini bulduğu örnek insan Ebu Yahya’dır. Hollanda’daki Türklerin ya da Müslüman toplumun gençlerinin de örnek aldıkları isim son zamanlarda medyatik bir isim olan Hacı Karacaer’dir.

      Yapmış olduğu kimi radikal çıkışlar, sıra dışı, alışılagelmemiş konuşmalar, her ne kadar mensup olduğu grubun bir kısmı tarafından eleştirilse de, yıllardır hissetmelerine, düşünmelerine ve bilmelerine rağmen seslerini bir türlü kamuoyuna duyuramayan önemli bir suskun grubun tercümanıdır Hacı Karacaer. Hacı Karacaer fenomenini bir başka yazıda ele alacağımdan tekrar “aynileşme” konusuna dönüyorum.

      Seminerdeki konuşmamın devamında gelen sorulardan anladığım, gençlerin kültürler arası, kuşaklar arası çatışmalarıydı. Camiye gelen gençlerin boncuk taktıkları, saçlarını boyadıkları, şekil verdikleri, marka pantolon giydikleri belirtiliyor ve bu durum karşısında nasıl bir tavır takınılacağı soruluyordu. Cevabım, din görevlilerinin, yardımcılarının, eğitimcilerin gençlerin sembolleriyle, şekilleriyle değil, gençlerin şahsiyet terbiyeleri, kültür aktarımı, iyi insan, iyi Müslüman, adalet, sorumluluk, paylaşma gibi duyguların verilmesiyle uğraşmaları yönündeydi.

Temmuz 2003

      Çifte Aidiyet ve Zenginlik

      Yeni bir tatil dönemini geride bıraktık. Bir çoğumuz geçmiş yıllarda olduğu gibi tatillerini anavatan Türkiye’de geçirdi. Akrabalarını, eşlerini, dostlarını, köylerini, kentlerini görüp, hasret giderdiler. Farklı duygularla dolup taştılar. İnsanlar, bir taraftan heyecan ve mutlulukla kuşatılırken, bir taraftan da, kendilerinin farklılaştıklarını hissedip garip duygulara kapıldılar. Oysa, her iki hâl de normal olup, iki ülke insanı arasındaki farklılaşmayı, değişmeyi, algılama farklılığını ortaya koymaktaydı.

      Ve sorular arka arkaya geliyordu. Her ne kadar akrabaları görmenin verdiği heyecan insanı mutlu etse de, bir noktada farklılığı hissetmek zaman zaman insanın içinin hüsranla kaplanmasına sebep oluyordu. Tatilin ikinci haftasından itibaren bu insanlar kendilerinin nereye ait olduklarını bir defa daha sordular. Birçokları kendisini Türkiye’ye ait hissederken, bazılarımız kendisini Hollanda, Almanya veya diğer yaşadığı ülkeye ait olduğunu hissetti. Bir bölümümüz ise, kendisini Türkiyeli hissetmekle birlikte, yaşadığı Avrupa ülkesine karşı de aidiyet duygularına sahip olduğunu düşündü. Peki aidiyet duygusu nedir ? Aidiyet duygusu genel anlamda kişinin bir gruba, bir kuruma, bir ülkeye ait olduğuna dair taşıdığı bilinçtir. Bu bilinç, beraberinde bir mutluluk ve güven duygusunu da getirmektedir. Bu durumda kişinin kendisini mutlu hissettiği, güvenli hissettiği bir topluma aidiyet duyması, gayet normal bir davranış olarak karşımıza çıkmaktadır. Genellikle Türkiye’ye yapılan yaz tatillerinde bir çoğumuzun tatilin bir bölümünden sonra Hollanda’yı özlediği, ama Hollanda’nın nesini özlediği sorulduğunda buna açık bir cevap veremediği görülür. Hattâ bazılarımız, Hollanda Havaalanı Schiphol’a inince kendimizi evimizde hissettiğimizi ifade etmekteyiz. Kaldı ki, bu ülkede de, çoğu zaman yabancı olduğumuz hatırlatılmaktayken bile bu ülkede kendimizi evimizde hissetmemiz, içinde yaşadığımız ülkenin üzerimizdeki etkilerinin ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Hattâ bazılarımız arasında yapılan bir espri bile vardır bu duyguları ifade etmek için. Almanya’ya birkaç günlüğüne gidenlerimiz Hollanda’ya dönerken Hollanda’yı ne kadar özlediklerini, Hollanda’ya girince ne kadar rahatladıklarını, Hollanda’da kendilerini ne kadar rahat ve güvenli hissettiklerini ifade etmekten kendilerini alıkoyamıyorlar.

      Demek ki bir insanın kendisini her hangi bir sebepten dolayı bir yerlere ait hissetmesi, insanın varolmasıyla orantılı bir gerçekliktir. Bir yerlere ait olma duygusu her ne kadar doğumla başlasa da, yıllar içinde, farklı dönemlerde insanın farklı yerlere ait olma duygusunu doğurmaktadır. Rahatlık, güvenlik, mutluluk söz konusu ait olma gerçekliliğinin temel öğeleridir. Durum böyle olunca bir insanın bir yere ait olması, bir başka yere ait olamaması gibi bir zorunluluğu beraberinde getirmemektedir. Her türlü şartlardaki aidiyet kimliğimizin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Bu bir değerin diğer bir değeri inkar etmesini gerektirmez. Şartlara, zamana, çevreye, arzulara bağlı olarak zaman zaman bazılarının daha öne çıktığı aidiyet değerlerimiz aslında bir bütünün parçasıdır.

      Yani, Hollanda’da yaşayan bir Türk gencinin kendisini hem Türk hem Hollandalı hissetmesi ya da Hollandalı Türk olarak kendini tanımlaması söz konusu aidiyetin genç üzerindeki etkileridir. Bu etkiler, gencin bu dünyada mutlu olmasını sağlar. Genç kendini mutlu eden değerlerle, aidiyeti oluşturan tüm normlarla kendini iyi hissedip, hayata bir anlam verebilir.

      İşte bu duyguları, göçün 40. yılına hazırlıkların yapıldığı