sağır mühürlü
Ve yine boşluğu doldurur onlar
Mavi dağ ormanı köknarla kaplı
Şeytan dudağında söz oyunları.
Bulut sürüsünün erintisinde
Girer rüyasına alınganlığı
Kararsız mülteci alışkanlığı,
Anlaşılmaz Çin.
Bayrakların yabancı suskunluğu
Kâğıtların tatlı, sarı sancısı.
Aynı mütevazi cesaret sertliği
Gereksiz, yabancı kin.
Masalın gerçeğe dönen yaprağı
Bir de balçık tozu
Her şey eskidi.
TRUVA
Bil ki, tam on bir defa yerle bir edilmiştir büyük Truva şehri
Yer altından on bir kez yer üstüne taşınmış şehir kalıntıları
Kolaylıkla karışır eski Antik dönemi genç Roma dönemine
Her şeyi gören kör25 de kaleme almış yalnız altıncı aşamayı
Yani küçük kaleyi… Hüzünlü bir arzu var içimde Helen için
Etraf ise Aşil’in Hektor’un arkasınca sertçe çizdiği çevre.
Gece şarap renginde denize can atmada yine de dar Schlamander26…
On ikinci katman bu… Bizler, gelen turistler, hediye dükkanları
“Priam27” restoranı… Çevrede zeytinliğin hafif hışırtıları.
Öğrenmiş bu yerlerde Türk köyünün nerdeyse yedi kuşak çocuğu
Bahçelere bakmayı ve tahtadan kurulmuş atlara dokunmayı…
Saçların lepiska, elbisen yeşil
Giyinip süslendin pek ışıl ışıl.
Nadir güzelliğin ruhun denizi
Beyaz mı, pembe mi?.. hoş, her ikisi.
Mavi mi baharın ilk sarhoşluğu
Yaz sıcaklığında gönül hoşluğu.
Bulutlar tuttuysa yüzünü göğün,
Siyah elbiseni o vakit giyin.
Bırak şuhluğuna bayılsın kızlar
Körelmiş bakışlar, açıkağızlar…
ŞUHRAT 28
Mektup yazsam birisine – Semerkant’a:
Andijan sokak, 3.
El yapımı filozof, amatör bilge
Merhaba eski Şuhrat, ölme, tamam mı?
Kubbeler, kubbeler, güzel kubbeler
Pencereden baksan hoşuna gider.
Orda yüz yıl önce medreselerde
Tolstoy’un koroyla okunduğu yerde
Emperyal tozunda emirlik erir
Nedir bozkırdaki bu hışırdama.
Gençlikte seninle bir gün geçirdik,
Kırk yıldır yol gider mektuplar ama.
Renkli bir dönemin sonu hüsranmış
Geriye dönemem, siteme yer yok.
…Görürüm uzakta başını eğmiş
Yüce kar’ağaç.
Sıcakta mavisi artan çiniler
Nefesini kısmış kırlaşan pelin
Arap nakışları gözümde akar
Bir rüzgâr yücelir göğsünden çölün
Yayılıp çevrede bir iz bırakır…
NEHİR
Ovup azman dağları
Sen de viraja girdin
Bu nemli toprakları
Uzaklardan getirdin.
Su böyle nefes alır
Ruhun kalbime damlar
Sende aylar, fasıllar
Akar bu ihtişamla
Önemli değil kimsin
Ve nereden gelirsin.
Ben kim, bu mucize ne
Ben değil, sen bilirsin.
Gemi yol almada gece ve gündüz
Onu atıp tutar hırçın dalgalar
Sonuncu iskele gözükünceye,
Stepte sonuncu ışığa kadar.
Günler uzadıkça yüzler değişir
Kulak misafiri olmada sular
Sohbet menzillere köprü salmada
Arkadaş olmada giden yolcular.
Şimdi kasvetli ve yetim gibiyim
Kendin de bilmeden bak neler ettin:
Son durak, sonuncu yolcu misali
Çöken karanlıkta yok olup gittin.
ALANYA
Hafif mavi, koyu
Ve tuzlu su
Ve halk, Çin Seddi’nden
Nerelere kadar gelmiş arzusu.
Önce keskin ve sertti
Bunlardı özelliği,
Ama onun çizgilerine geçmiş
Zorla alınmış Yunan,
Ve Çerkez güzelliği.
Çehreli, küçük boylu,
Ama Slav gibi omuzları geniş
Çalkanan düzler için
Atını kayık küreğiyle değişmiş.
Bu kavgada unutuldu
Göçebe ocaklarının külü
Ama her zaman gülüşünde
Yakıcı bir sıcaklık
Alevlerin ocağıdır
Belli ki gönlü…
Hatıra limanı, umut körfezi
Karanlık denizde sabaha kadar
Dökülen kanlar inler
Ve gümüş külçeler parlar.
Yalnız İslâm’ın sahralarında değil,
Nerde ki günes paslanmıs tepelerde
Hem eğri, hem de düz kolluyor
İhram giymiş sergerdanları…
Bulduğu yerde…
Ama ruhun her titreyişinde,
İhtirasların altındaki sırda
Ve özellikle şiir yazmada,
Ruhanî