Orhan Söylemez

Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik


Скачать книгу

duyurmanın daha iyi olacağına karar verir. Hançeri saplandığı yerden çıkarır ve üzerini örter. Böylece Şah’ın ölüm şekli herkesten saklanır. Yazar, “Şah İsmail ibn Haydar ibn Cüneyd Safevi Hicri 930 yılının Recep aynın 27’sinde öldü” diye not düşmüştür, ama gerçek Şah’ın nerede, nasıl öldüğü bir muammadan ibarettir.

      Romanın ikinci hikâyesi de burada görüldüğü gibi, Şah’ın yerine geçen Hızır’ın Lala tarafından öldürülmesi ile sonuçlanmaktadır. Kemal Abdulla, kitabın sonunda araştırmacının ağzı ile “Acaba Şah İsmail’le ilgili metinle Korkut’un metni arasında bir paralellik, gizli de olsa bir ilişki var mı, yoksa?” şeklinde bir soru sorar. (s. 290)

      Eksik El Yazması parçaların bir bütün oluşturduğu, eksik de olsa resmin ana hatlarını belirleyen bir yapboz şeklinde kurgulanmıştır. Kemal Abdulla, Bayındır Han ile Şah İsmail arasında kurduğu yakınlık sayesinde bir lider profili çizmektedir. Yazar, alt metinde “gücün” altını kalın çizgilerle çizmiştir. Güç, bir ulusa, bir insana egemenlik hakkı ile bir devamlılık duygusu vermektedir. Tepegöz’ün birdenbire ortaya çıkıp, ordularıyla Oğuz’a tehdit oluşturması; Basat’ın zekâsından ve Kağan Aslan’dan aldığı güç ile Tepegöz’ü yenmesi önemlidir. Tepegöz’ün çeşitli kılıklara girerek, Basat’ı aldatma çabaları dikkate değer bir ayrıntıdır. Çünkü Basat’ın zayıf tarafı sevdikleridir, Tepegöz de bunu kullanmayı iyi bilmiştir.

      Eksik El Yazması adlı kitap okuyucuyu bir zaman yolculuğuna davet etmektedir. Ortaya attığı sorularla gerçeklere ulaşma yoluna zemin hazırlarken, aynı zamanda tarihî kişilikleri yeniden şekillendirmiştir. Bu, tarihi saptırma olarak algılanmamalıdır, çünkü Kemal Abdulla tarihi bir belgenin çevirisini yapmamış, tarihî kimlikleri yeniden şekillendirerek, kurmaca bir hikâye yaratmıştır.

      Doğu Illinois Üniversitesi öğretim üyesi Sarah Johnson, the Associated Writing Programs’ın Mart 2002’de düzenlediği yıllık konferasında bir panelde yaptığı konuşmada “tarihî roman” tartışmasını konu olarak incelemiştir. Konuşmasında, 2002’den önceki son birkaç yılda konu üzerinde hem yazarların hem de okuyucunun ilgisinin arttığına dikkat çektikten sonra şunları söylemektedir:

      Tarihî edebî eserin amacı, her ne kadar roman o havayı verse bile okuyucuya geçmiş bir zaman dilimindeki hayatı olduğu gibi göstermek değildir. Aksine, tarihî edebî eser yazanlar kendi yeteneklerini tarihî kurgulamaya değil olay veya zamanı aktarmayı başaran ve kendi perspektiflerinden bizim anlayacağımız şekilde konuşan aktörler üzerine yoğunlaştırırlar ki bu da geçmiş ve hâlihazır arasındaki farkı (veya paralelliği) anlamamıza yardımcı olur. Bir başka tarihî roman tanımı da “geçmişte kurgulanmış fakat hâlihazıra ait temalara vurgu yapan roman/hikâye”dir.20

      Buradan hareketle bu romanı da tarihî olarak addetmek mümkündür. Zira yazar birbirine paralel olarak giden iki hikâyeyi de tarihin derinliklerinden çıkarmış ve okuyucuya gün ışığında sunmuştur. Yazarın amacının o dönemdeki hayatı olduğu gibi aktarmak olduğunu söylemek güçtür, hatta imkânsızdır. Fakat yazarın tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış bu iki olayı anlatarak hâlihazırda topluma yön veren liderlerin dikkatine sunmak istediğini düşünmek mümkündür.

      Nitekim romanda sıkça vurgulanan güç temasını yazarın kendinden aldığı görülmektedir, çünkü yeni bir şey yaratmak güç gerektirir. Romanın üzerine kurulduğu geniş zaman dilimleri, büyük bir ustalıkla sarmallanmış ve kitabın gidişatını tek düzeylikten kurtarmıştır. Bu da romana ayrı bir ritm kazandırmıştır. Böylece üsluptaki ahenk şeklen de kitaba yansımıştır.

      Kemal Abdulla, yazmalara geçmeden önce üç ayrı önsözle, düşüncelerini, içinde bulunduğu karmaşayı, zihninde oluşan soruları ve neden bu yolculuğa çıktığını açıklamaya çalışmıştır. Romana bağlı ve bir o kadar da bağımsız olarak yazdığı bu bölümlerin sonunu da şu dilekle bitirmiştir: “Allah bilmeyenleri bilenlerin gazabından korsun.” (s. 27) Yazar, bu romanla bilenleri ve bilmeyenleri ortak bir noktada buluşturmak istemiştir. Bunu da insanın merak duygusunu körükleyerek, başarmıştır.

      Burada da belirtildiği gibi yazarın maksadı “merak” uyandırmaktır. Bu kitabı okuyanlarda Dede Korkut hikâyelerini yeniden okuma ihtiyacı doğacaktır; zira kitapta anlatılan, bilinen Dede Korkut hikâye kahramanlarından çok daha farklı kişiler olarak ortaya çıkmaktadır. İsimler aynıdır, tarihî ortam yaratılmıştır, fakat burada zikredilen kahramanlar, masalların, destanların, efsanelerin “düz kahramanlarına” benzemezler. Onlar, zaaflarıyla, hırslarıyla, kıskançlıklarıyla, sevgi ve nefretleriyle, içten hesaplarıyla ayakları yere basan ve dünyada yaşayan birer insandır. Hatta bunların içinde Dede Korkut daha da çarpıcı bir tarzda çizilmiştir.

      Eser birbirine geçmiş katmanlardan oluşmaktadır. Yazar, olayları tek anlatıcı olarak değil birinci tekil şahıs ağzıyla anlatmaktadır. Sonra Dede Korkut devreye girer. O, Bayındır Han’ın beyleri sorguya çekmesi sırasında huzurda bulunur ve Bayındır Han’ın kendisine yüklediği “konuşulanları kayda geçirme” görevini görür. Diğer taraftan aynı Dede Korkut yeri ve zamanı geldiğinde devreye girerek, tıpkı romanın anlatıcısı gibi kendi duygu ve düşüncelerini, endişelerini, sevinç ve kaygılarını dile getirir. Sorgulanan meselenin tam ortasında yer aldığını, baştan sona da süreci takip ettiğini gözlemleyen okuyucu bütün dikkatini Dede Korkut’a verir. Böylece yazarın da maksadı hâsıl olur.

      Oğuz toplumundaki inanışlar, gelenek ve efsanenin tıpkı Dede Korkut hikâyelerinde—bunlardan ancak beş tanesi eserde ele alınmış; Salur Kazan’ın evini yağmaladığı destanı, Kam Püre’nın oğlu Bamsı Beyrek destanı, Basat’ın Tepegöz’ü öldürdüğü destanı, Begil oğlu Emren’in destanı, İç Oğuz’a Dış Oğuz’un asi olup Beyrek’in öldüğü destanı—olduğu gibi romanda da görmek mümkündür. Beyler arasında mevcut sorunların çözülme yöntemi de Oğuzlar hakkında bilgi vermektedir. Aslında romandaki şahsiyetler ve olaylar adetâ Dede Korkut kitabından fırlamış gibidir. Aralarında pek bir fark olmayıp, sadece kişilerin konuşmaları, iç hesaplaşmaları, gizli planları ve bunlara uygun davranışları, hırsları, kıskançlıkları daha öne çıkmaktadır. Bu da eseri, destan özelliğinden çıkartmaktadır. Çünkü kahramanları dümdüz birer çizgi gibi çizilmemiş, derinlemesine iç dünyalarını yansıtacak bir tarzda tasvir edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Dede Korkut tıpkı destandaki gibi romanın da hem anlatıcısı hem de anlatım tekniği açısından “her şeyi bilen” anlatıcı durumundadır. Destanda Dede Korkut, “Oğuz’un tam bilicisi olan gaipten türlü haber söyleyen, Hak Teâlâ’nın gönlüne ilham ettiği” kutsal kişidir ve “Oğuz kavminin müşkülünü halleder. Her ne iş olsa Oğuzlar ona danışmadan yapmazlar. O ne buyursa kabul ederler ve sözünü tutup yerine getirirler.”21 Romanda da Bayındır Han onu yanına çağırır ve bütün soruşturma boyunca yanında kalmasını, hiçbir sözü kaçırmadan kaydetmesini ister. Dede Korkut’un zaman zaman kendi iç konuşmalarını, kendi düşüncelerini açıklaması romanda onu daha canlı bir karakter hâline sokar. O da zayıflıklıklarıyla diğer insanlardan farklı değildir. Nitekim Oğuz’un sorunlarını çözücü destan kahramanı Dede Korkut’un yerinde bazı sorunları kendi kendine çözemeyen, çözülemez gibi duran meseleleri Nur Taşı’na danışan, bu kutsal taşın dibinde yetişen otun etkisiyle rüyalar gören ve gaipten haberler alan biridir. Bunun dışında onun da ayağını yere bastıran en önemli ipucu, İç Oğuz’a gelen, yakalanan ve hapsedildikten sonra salıverilen ve Bayındır Han tarafından sorgulanan olayın tam göbeğinde onun olmasıdır.

      Bu