düşmanının kızı” adını duymak baş eğdiriyor. Valeriy’in savaşta öldüğünü öğrendiğinden beri hepten az konuşmaya başladı. Zaman zaman düşünceye dalıp nerede olduğunu da unutuyor. Neden bir insana bu kadar dert yüklenir.
“Salam, Anna Yıvannı!” Mutfakta zil gibi yankılı sesleniş duyuldu.
Salambi irkili verdi, enstitüde bir dersi gayretle dinlerken aniden yankılanan zil sesi öğrencileri böyle hoplatırdı.
“Kaynanan seviyor seni Muza, tam yemek zamanına geldin!” dedi konuksever yaşlı kadın.
Muza kadınla sohbet etmeden öndeki odanın kapısını çaldı. O kendine özgü şekilde, pionerlerin düzenli bir şekilde geçerken davulu çalışı gibi kapıya iki eliyle tıkırdatarak vuruyordu.
“Girin.” dedi Salambi ve eskimiş kazağından utanarak omuzları üstüne mavi yün yazma örttü. Yazması daha yeni gibiydi.
Muza odaya fırtına gibi girdi, hiçbir şey söylemeden kızı kucakladı ve göğsüne büzülü verdi. Kıvırcık saçları Salambi’nin yüzüne gözüne sürtünüp gıdıklıyordu. Odaya pahalı parfüm kokusu yayıldı.
“Of, sizin odada yine duman! Ne zaman söndürüyor senin Anna Yıvannı? Onun ocağı kesintisiz bir şekilde yanıyor olmalı. Bu zor zamanda yiyecekleri nereden buluyor o? Mağazalarda da pazarlarda da yok gibi. Tatil günü de evde oturuyorsun Salambi! Seni nasıl sıkmıyor bu? Hangi romanı okuyorsun? Göster bakalım! Of! ‘Okul Çevresinde Bahçe Yapma’. Gerçekten de böyle büyük kitapları okumak senin gibi bir kız için nasıl da sıkıcı olmaz! Başka bir deyişle Miçurinets işte.”
Muza aynanın önüne varıp durdu ve süslenmeye başladı. O İdil söğüdü gibi ince vücutluydu. Kendisine özel olarak diktirilmiş, mavi palto kızın vücudunu daha da güzel gösteriyordu. Muza ten rengi ipek çorap, parlayıp duran yüksek topuklu ayakkabı giymişti. Bunu görünce Salambi gayri ihtiyari eski çizmesini somyanın altına sakladı.
Muza yetmiyormuş gibi bir de ayna önünde keyifle döndü. Salambi ona göz altından ancak baktı. “Basit düşünceli kızın ikonu aynadır.” diye düşündü. Muza’nın yüzü çocuk gibi aktı, yüzüne pudra sürmüş olmalıydı, kıpkızıl dudakları bir çift kiraz gibiydi, dudaklarının kenarları her zaman gülüyor gibi biraz gerilmiş gibiydi. Güldüğü zaman ise iki gamzesi beliriverirdi. Gözleri keten çiçeği gibi göktü, kaşlarını kap kara boyamış, kirpikleri yukarıya doğru süzülüyordu. Kısa saçı ise güzün açık havasında güneşin parlattığı sapsarı kayın yaprakları gibi görünüyordu.
Salambi Muza’yı daha önce gördüğünde ona benzer güzel bir kızı nerede gördüğünü hatırlamaya çalıştı. Ancak hatırlayamadı. Şimdi birden aniden aklına geldi. Aynen bunun gibi güzel bir kız suretini o çocukken çikolata kabında görmüştü. O, bu çikolata kâğıtlarıyla oyuncak yapardı.
Muza üzgün çocuksu sesiyle “Salambi!” dedi. “Ah senin saçın çok güzelmiş! Seninki gibi güzel örgüler için ben neler vermezdim. Hiçbir zaman kıvırcık yapma, gerçekten de! Ben de kendi saçımı kıvırcıklaştırıp bitirdim. Şimdi döküldü, beş yıl sonra kel kalacağım herhalde. Biliyor musun, üç yıl benim örgülerim nasıldı? Bırakırdım da sırtımda çavdar demeti gibiydi! Tarayıp açılamayacak kadar sıktı. Bu örgüler hakkında anlatacak bir anım bile var. Sana anlatmamış mıydım?”
Muza güldü ve paltosunun eteğinin kırışacağından korktuğundan olsa gerek sandalyeye oturmadan ayakta anlatmaya başladı.
“Bizim köy istasyondan uzak değildi. Biz kızlar boş zamanlarda tren gelirken tren garına çilek satmaya giderdik. Bir keresinde askerî katar geldi, perona ne kadar çok asker toplandı. Yanıma genç bir asker koşarak geldi ve çilek aldı. Aldı ve gitmesi gerekiyordu ancak asker benim yanımdan ayrılmıyordu. ‘Bir bardak daha verir misin bacım.’ dedi. Komik, kendisi benden belki de büyüktür ama bana bacım diyordu. Doldurup bir daha verdim. Asker yine yerinden kıpırdamıyordu. ‘Cepheye gidiyoruz, Alman faşistlerini dağıttık, şimdi Japon samuraylarını vurmaya gidiyoruz. Çilek yemeyeli epey olmuş.’ dedi. Anlıyorum aslında nasıl bir çileğin gerekli olduğunu. Şakayla ‘Bir daha alın!’ dedim. Asker ‘Para yetmez bacım.’ dedi. Ona bedava bir daha doldurup verdim ancak almadı. ‘Böyle verme, parayla satın size kitap almak için para gerek olur. Okuyor olmalısınız, nerede okuyorsunuz?’ diye sordu. Söz üstüne söz konuşma başladı. Kendimden bahsettim, güle güle adresimi de verdim. Asker çok yakışıklıydı, üstü başı düzgün, temiz, omuz askısı üstünde sarı bir kurdele vardı. İçimden sevinerek sıradan bir asker olmamalı diye düşündüm. ‘Siz komutan olmalısınız.’ diye sordum ona. ‘Ben onbaşıyım.’ dedi delikanlı. Benim için ne fark ediyordu ki o zaman onbaşı büyükmüş, teğmen mi, anlamış gibi yapıp başımı salladım. ‘Vagonlara!’ diye bağırdılar. Tren de hareketlendi, benim onbaşı yine de hareketlenmedi. Ben de utandım. ‘Trene geç kalıyorsunuz!’ dedim korkarak. ‘Sizin beliklerinizi tutabilir miyim? Böyle belikleri bizim Altay’da da görmemiştim.’ dedi benim çilek isteyen askerim. ‘Katara geç kalıyorsunuz, katara geç kalıyorsunuz!’ dedim ne diyeceğimi bilemeden. Tren hızlanmaya başladı. Onbaşı benim beliğimi okşadı ve öptü. Korkudan ölecektim gerçekten de? Ardından son vagona koşup yetişti, doğrudan basamaklara zıpladı. Gözden kaybolana kadar kepini salladı, ben de el sallayarak yolcu ettim. Komik, sonra çilek dolu bardağı elimde tuttuğumu, askere vermediğimi hatırladım.”
Muza anlatmayı bırakıp gülüverdi, arkadaşının soğuklaştığını da fark etmedi.
Salambi Valeriy’i son kez istasyonda nasıl gördüğünü hatırladı, onun boğazına bir şeyler tıkandı, içi sızladı.
“Sonra bu on başıyı rüyamda üç kez gördüm, gerçekten de. Bir sonraki ay cepheden mektup gönderdi. Eh, benim sevincimi anlaman gerekir senin! Cephedeki sevdiğinden mektup almak ne kadar büyük bir mutluluk!”
Salambi pencereden ak bulutlara bakıyor, ancak onları görmüyordu. “Sen de benim gibi sevindin mi ki Muza. Sen de benim gibi sevdin mi?”
“Sonra ise bir şeyler oldu. Ya benim zamanında yazamadığıma kızdığından ya da öldüğünden bizim irtibatımız kesildi. Benim ilk sevdam böylece sona erdi. Seviyordum ben, gerçekten de.” dedi Muza.
Salambi şimdi arkadaşına dikkatle baktı. “Sevdin mi sen onu? Neden sen böyle üç haftalık hasrete de aşk diyorsun? Sen gerçek sevginin ne olduğunu biliyor musun?”
“Böyle bitti benim ilk sevdam. Sonra kendi aptallığımdan beliğimi de kestim. Şehre gelince insanları görüp kısa kestirdim saçlarımı ve kıvırcıklaştırdım. Sık saçlarım dökülmeye başladı. Gelin oluncaya kadar kel kalacağımdan korkuyorum gerçekten. Saçsız kız kime gerek? Eskiden evlenmeden çocuk sahibi olan kızların saçlarını böyle kesiyorlarmış diyorlar. Şimdi ise başörtüsüz gezmek iyi değil gibi.”
Muza orada ayna önünde döndü ve ince sesiyle türkü söylemeye başladı.
Dikkat et, söyleme hiç kimselere de
Sadece bir tek seni yürekten sevdiğini,
İpek yazmayla örtünüp de
Sadece bir tek seni severek beklediğini.
Hiç kimseye söyleme nasıl kibar,
Ne kadar akılsızım ben kız halime.
Kapının çaldığını duyunca türkü söylemeyi bıraktı ve “Tamam!” dedi keyifle.
Odaya yakışıklı bir delikanlı girdi, Muza’nın deyişiyle böyle birisiyle bir kere konuşsan sonra onu rüyanda görürsün. O mavi yağmurlukla kara şapkayla ak eldivenle; boynuna