kız kardeşlerine göz kulak ol.”
“…Sanatçılığı çok garip anlıyorlar. Başka derslere göz ucuyla bakıyor, ancak muhabbet destanı yazmakla meşgul oluyorlar. Onların yazdıkları çoğunlukla soyut, hayat ve halkla hiçbir alakası olmayan eserler oluyor.”
“Öpüyorum, selam vefasız Fidan’ı, vefalı Terane’yi ve canım, gözüm Nigar’ı”
“Ben konuşmadım, ancak sonunda aramak istemiş… Geçen yıl Azerbaycan’ın sekiz numarasından parçalar okudum. Burada o, şimdi söylediğinin tam tersini, yani benim ne kadar çağdaş ve iyi yazdığımı söylüyor. Makaleyi hatırlarsın.”
“Oğlum! İnsanın anlamaya gücü yeterse hiçbir mahrumiyet, zorluk, darbe onu sarsamaz.”
Şairin oğluna mektuplarından aldığım bu ayrı ayrı parçalarda onun mert, inatçı, kararlı, sert mizacı, aynı zamanda derinliği, bilgeliği, eşsizliği hissedilir.
En ilginci de şudur ki Anar, anne ve babasının şiirleri, mektupları, dostlarında iz bırakmış hatıraları, sözleri, sohbetleri aracılığıyla onların portresini çizer ama hiçbir şekilde anne ve babasını idealleştirmez, bu şekilde tanıtmaya çalışmaz. Yazarın hem nesir hem de deneme kahramanlarıyla olan bu ilişkisini, daima her mevzuda objektifliğini korumasını, anne ve babası için de uygulaması sebebiyle onun samimiyetinden hiç şüphe edilmez. Mesela, işte Resul Rıza hakkında “Hastalık, mizacının en eksik yönlerini ortaya çıkarırdı, asabi ve tahammülsüz, sert, kaba, huysuz oluyordu” demesi bunun açıkça kanıtıdır. Yazarın Nigar Hanım hakkındaki fikirlerinde, yargılarında ise garip bir günahkârlık hissedilir. Sanki Anar daha kendisi dünyaya gelmeden önce annesinin başına gelenlerden (babasının kurşunlanması, yazmadığı şiirler için eleştirilere maruz kalması vs. ) dolayı kendisini suçlu sayar. Bu da çok tabiidir ama aynı zamanda eşsiz bir evlatlık duygusudur.
“Yaz mevsiminin başlamasıyla ilgili olarak evde birçok iş görülür. Neyse, Anar’ım, han torunları istirahattedirler. Sakin deniz havası, çiçek açan ağaçların kokusu, bir de sessizlik.”
“Hayatımın bir parçası, çalışma masasının arkasında kalın kalın tercüme kitaplar ya da değerlendirmesiyle geçti, insafsız kalp vefasız çıktıktan sonra ise mutfağa, ocak başına geçtim. Ben hiç bedava ekmek yemedim.”
“Neyse, görüyorsun ki benim hayatımda ilgi çekici, medeni, manevi bir olay yok. Arada zaman bulduğumda kitap okuyorum ve bu benim tek manevi gıdamdır.”
Nigar Hanım’ın Anar’a mektuplarının bu bölümlerinde şairenin derin bir sanat ateşi, yazma ihtiyacı hissedilir. Fakat aynı zamanda da bizim kadınlara özgü olan karakteri, ailesini, aile kaygılarını, evlatlarına olan düşkünlüğünü herşeyden üstün tutması önemlidir. Ancak yaratıcılık aşkının ne olduğunu, bu arzunun bastırılmasının kötülüğünü iyi bilen yazar, kendi üzüntüsünü gizlemez:
“Çoğu zaman kendi kendisiyle yalnız kalma imkânından mahrum olan annem, elbette yazmaya isteği kadar zaman ayıramıyordu. Sonuç ise yazdıklarının yazabileceklerine oranla kat kat az olmasıdır. Yazarlıkla biz ilgileniyorduk, bizim kaygılarımızı ise o çekiyordu. Benim yazdığım her yazı, babamın yazdığı her şiir, annemin yazılmamış şiiri ve yazısıdır.”
Elbette bütün bu meseleler son derecede önemli ve düşündürücüdür. Ama “Sizsiz” in ve onun yazarının daha büyük derdi ölümdür, kayıptır. Maksud İbrahimbeyov bu durumu çok yerinde ifade eder: “Sizsiz” kitabı, büyük şahsın manevi sarsıntıdan yakasını kurtarma, bu derdi ilahi seviyeye getirme gayretidir… Hayır, oradaki karamsarlık değil, bilgeliktir. Sanırım o, (Anar, P.) birçoğundan önce, benden önce ölüm hakkında düşünmeye başlamıştır. Bu da bilgelik alametidir.”
Böylelikle eserin daha ilk cümlelerinde filozof Anar ölüm, hayat, zaman ve insan konusundaki düşüncelerini paylaşır; acısından, içini kemiren düşüncelerinden bahseder. Ve aslında bütün bu üzücü, tesirli değerlendirmeler ile okuyucuyu asıl konuya, hadiseye hazırlar. Bana göre eserin temel özelliği özgünlüğüdür. Anar olayları sadece oğul gözüyle değil, yazar gözüyle gözlemler ve nesir diliyle vurgular. Onun nesrine has birçok üslup ve dil özellikleri bu eserde de görülebilir. Bunlardan birisi de kısa diyaloglarla büyük arzuları, derin anlamları ifade etmesidir.
“Hastanenin numarasını çeviriyorum. Ahizeyi kendisi alır. Sesimi duyunca yüksek bir tonla konuşur.
– Çok iyiyim. Nigar da burada, yanımda. O da çok iyi.
Ahizeyi annem alır. Sesinde sevinç, neşe var. Elbette iki bin kilometre mesafede tedirginliğimi sakinleştirmenin tek yolu budur. Keyifleri iyi, neşeleri yerinde… Güya… Hiç hastaneden konuşmuyorlar sanki.”
Resul Rıza bu telefon sohbetinde “çok iyiyim” dediğinde ömrünün bitmesine az kalmıştı. Ama bu “çok” lafının içinde ne kadar büyük bir temkinlilik, bilgelik var… Evladına sıkıntı vermemek, onu incitmemek için “gösteri” bu. Genellikle “Sizsiz” de fazlaca görünen asıl durumlardan biri de bu ailenin birbirine son derece bağlılığı, manevi destek olmasıdır. Hepsi birbirinin acısını bir şekilde dindirmeye çalışıyor; Anar, annesinin hastalığının ne kadar ciddi olduğunu kız kardeşlerinden gizler, kız kardeşleri onun çok düşünmemesi için ellerinden gelenini yaparlar, dostları ölüm haberini alır almaz soluğu Anar’ın yanında alırlar, ailesi her durumda, her vakit ona destektir, kısaca bu dert, kayıp hepsini birleştirip, yakınlaştırmış, daha da kardeş etmiştir. Bu insanların içinde on yaşındaki Günel’in duyguları en etkileyici durumlardan biridir:
“…Günel’in boynuma sarılması için bu sözler yeterliydi. O anlarda, o da iç dünyasında benim hayalimde gördüklerimi görüyor, duyduklarımı duyduğunu açıkça hissettim. Sonraları da ben bu on yaşındaki kızın hassaslığına şaşırıp kalıyordum. Ben zaman zaman susuyorum, dalgın oluyorum, kendi kabuğuma çekiliyorum. Hiçbir zaman bana mani olmuyor. Düşüncelerimden ayrılmaz. Ama o günler dalgınlaşmış gibi geçmişin sahnelerini aklımda görür gibi, Günel neyi hissederse benim iç dünyamı görüyor, yanıma gelip beni kucaklayıp okşuyordu
– Baba –diyordu. Annenle babanı mı düşünüyorsun, ha?
– Evet, kızım onlar geldi aklıma, senin dedenle ninen”.
Yıllar sonra Anar’ın ailesine yazdığı “Noktalar” denemesinde Günel, o zamanlara “Sizsiz” in yazıldığı zamana gider.
“Bu durumda babamın yazarlığında, kanaatimce, tesir kuvvetine göre en güçlü eserlerden biri olan “Sizsiz” eserinin yazıldığı günleri hatırlıyorum. Daktilonun arkasında sigara dumanı arasında geceyi sabaha yaklaştıran, kalbini acıtan, parçalayan duyguları kâğıda geçirmeyi çabalayan yazar, evlatlık borcunu yerine getirmeden yaşayamayan rahat nefes alamayan evlat.”
Ne kadar etkileyici değil mi? Babasının içtiği sigaraları saymış, nine ve dedesinin kaybına, anne ve babasının kederlenmesine kadar her şeyi düşünen küçük kızcağız… Babasının gögsüne sokulmaktan, keyfini yerine getirmek için bir şekilde komiklik etmekten başka bir şey gelmeyen çocuk. Anar annesinin ölümünden sonra onun fotoğrafına bakıp şöyle der: …ve bu aralar ben onun hakkında annem gibi değil, kızım gibi düşünüyordum. Bence, Günel’in de tasası, kaygısı, kırılganlığı daha çok anne duygusuydu, sadece evlat değil.
…Sonra bu duygular, acılar Günel’in yaratıcılığında da görülecek. Hatta “Sizsiz” de tasvir edilen Şuşa, Buzovna, bahçe, komşular, o çevre onun hikâyelerinde “Altıncı” povestinde edebi bir