Nigar Refibeyli Anar’ın kahramanlarından bir hayli farklıdır. O, ailesinin arasında yalnız kalamaz, kendini kardeşleri arasında yalnız hissetmez. Yalnız sevdiğinin uzaklığı veya mahrem bir adamın kaybından doğabilir bu his:
“Gittin gecelerimin tatlı uykusunu götürdün
Gönlümün sevinç, ferah duygusunu götürdün
Hasretim, hicranım benim.”
Veya başka bir şiirinde Nigar Hanım şöyle yazar:
“Bulut gibi seslenirim,
Yurdumda garip olurum.
Hem sararıp hem solarım
Bir gün seni görmediğimde.
Nigar Refibeyli’nin şiirlerinden aldığım bu mısralardan da açıkça anlaşılıyor ki, onun şiirlerinde yalnızlık, kimsesizlik daha çok geçici bir zamandır, geçici durumdur, birçok zaman hasretle, özlemle ilgilidir. O, yalnızlığı yenmenin, kimsesizliği savurturmanın tek yolu ailesine, sevdiklerine sığınmaktı.
1941 yılında Resul Rıza savaşa gittiğinde Nigar Refibeyli “ Güle Güle”yi yazdı, “Git, sevgilim, uğurlar olsun” dedi ve birçok hasret, ayrılık şiirinde de sadece bu konu üzerinde durdu. Ama şairenin günlüklerinde bu günlere ait notlara bakıldığında onun yalnızca sanatçı olarak değil, bir kadın ve anne olarak da bilgeliğini görürsünüz.
“1 Ocak 1942
Sabah uyandığımda Anar mutlu bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Anar!.. Anar!.. Her derdi bir gülümsemeyle unutturan Anar.”
“23 Ocak 1942
…Akşam o (Resul Rıza-P) giderken evimiz insanlarla doluydu. O, kapıdan çıkarken ben boğazıma bir şey takılmış gibi boğulup kalmıştım. Ağlamak istiyordum. Gözyaşlarımı zorla saklıyordum. O gittikten sonra Anar’ı kucağıma alıp yattım…”
Aslında, çağdaş dünyada yazarlığın, şairliğin göstergelerinden biri de gerçek hayattan uzaklıktır. Orta derecede yeteneği, az çok yazıp çizme kabiliyeti olan biri dünyayı terk etme belirtisi ya da yalnızlık hayalleri ile kendini farklı göstermeye, sanatçı niteliğini ortaya çıkarmaya çalışır. Yazar, şair sanki gerçek hayat sevinçleriyle yaşayamaz, ana baba kaygısı çekmek veya evlat varlığından mutlu olmak onun için önemsiz işlerdir, çünkü o “yazardır, şairdir” ve daha evrensel meseleler hakkında kafa yorar. Bu konuda her üç sanatçının yaratıcılığında yalnızlık, kimsesizlik uydurulmuş, imaj için yaratılmış bir şey değildir. Nigar Hanım’ın yalnızlığı ise sadece kadın yalnızlığıdır. Kiminin kurtuluşu anne sevicinde, sevgili, hanım olarak yârine kavuşmaktır. Sevdiğine “Ömrüm sensiz olmasın, şiirlerim sensiz olmasın…” diyen kadının başka bir isteği de yoktur. Çünkü Nigar Hanım sadece şaire değil, evladının gülüşünden sıkıntısını unutan annedir, eşinin varlığıyla bütün “sıkıntılardan” sınırlardan kurtulan bir kadındır. Ve hatta yaşının, yılların getirdiği ardı arda kayıpların sebep olduğu yalnızlık duygusu da Nigar Refibeyli’nin yaratıcılığında dert olarak değil, şikâyet olarak değil, esefle, sancı olarak ifade edilmiştir. Onun “Refikam Benim”, “Müşkünaz Hanım’ın Aziz Hatırasına”, “Benim Şair Kardeşlerim” vb. şiirleri bu konuda dikkati çeker. Ancak yine de şiirlerinden birinde Nigar Hanım yaşı sebebiyle, hastalıkla ortaya çıkan yalnızlığını kızıyla paylaşır ve teselliyi onda bulduğunu söyler:
“Ömrümün hazan çağındayım,
Terane.
Sonbahar bağındayım…
Hatıralı günler
Kızıl kızıl yapraklar gibi dökülür.
Ömrümün çıplak dallarından
Işıklı bir ümit gülüyor.
O sensin Teranem, o sensin…”
Şiirin daha ilk mısrasında ömrün hazan vaktinin taşıdığı keder, hasret hissedilir. Ama şaire yine de o sonbahar bağında etkileyici bir ışık görür; Terane’yi, kızını… Bu Nigar Hanım için kadınlığı, anneliği daha çok kaygı ve zorluk değil aksine bütün çıkmazlardan kurtuluştu.
İhtiyarlığın, geride kalmış yılların, hatıraların “getirdiği” yalnızlık Resul Rıza ve Anar yaratıcılığında daha sancılı, daha kederli görülür. Anar nesrinin birçok kahramanı sadece yalnız değil, hem ihtiyarlığın hem de geride kalmış güzel günlerin kederini, kayıpların azabını çeken insanlardır. Mesela, “Dante’nin Anma Töreni”nde Kebirlinski yalnızca kendi “kabında”, muhitinde olmadığı için yalnız değil, hem gençliği, turneleri hem de köy köy gezip oynadığı rolleri (iyi kötü farkı yok) geride kaldığı için yalnızdır. Ya da “Ak Liman” da Sefter dayı ve Memmed Nesir yalnızlığının esas sebebi de ihtiyarlıkla ilgiliydi. Yazar bu insanların yalnızlığını farklı şekillerde ifade eder. Mesela, Memmed Nesir’in karşısına çıkan her insana havada sudan konuşması ve bununla o güzel günlerine geri dönmesi veya kendisiyle tavla oynaması asıl detaydır. Yazar “bir hasır, bir Mehmet Nesir” de acılarını unutmak için yol da gösterir, içkiyi:
“Mehmet Nesir 35 yıldır bu idarede kapıcıydı. Ama üçüncü kadehten sonra editör oluyorum, beşinci kadehten sonra şube müdürü, yedinciden sonra idarenin müdürü oluyorum diyordu. Sonunda da hesabı şaşırıyorum. Fakat bir vakit başkan yardımcısı, sonra başkan olduğumu görüyorum. Sonra Hindistan padişahı. Sonra Allah…”
Anar’ın kalemine özgü mizah, bu meselede de kahramana bir şekilde yardımcı olur. Bazen şaka, hafif, hissedilmeyecek derecede hafif bir ironiyle belirtilen sorunu rahat kavramaya yardım eder. Resul Rıza’nın ise bu meselelere bir hayli ciddi yaklaştığını, buna ihtiyarlığın, yılların getirdiği garipseme duygusunu “Ömür Yolu” şiirinde etkileyici bir vurguyla dile getirdiğini söyleyebiliriz:
“Ne sokaklar,
Ne yapraklarında
Damla damla yağmur damlaları, ağaçlar
Yumuşak geceler
Dağınık saçla
Geride kaldı.
Uykulu ela gözler
Dokunaklı sözler
Mihriban yüzler
Geride kaldı.
Şair için bütün bu geride kalanlarla beraber hala yaşaması, geleceğe kalanların varlığı bir tesellidir. Ama o kaybedilen sadece gençlik aşkı, yumuşak geceler değildi işte. Dost kayıpları, sevgili yüzlerin geride kalması daha acıydı, dayanılmazdı bazen… Telefon ahizesinden işittiğin uzun bir ses gibi…
“Bu adı, bu numarası.
Şimdi bir yokluk var,
Bir sızı,
Bir de kulağımda
Onun hayali sesi.
Durdum, bekledim boşuna.
Bir sessizlik vardı,
Bir de hiç kimse!”
Şair, artık hayatta olmayan dostunu arayan ve telefon ahizesinden duyduğu uzun sinyallerden kalbi sızlayan, kendini yalnız hisseden insanın ruh hâlini tasvir