gerçeği unutur.
“Yüreğin sabırsızlığı mıydı, beklemenin tükenişi miydi, esrarengiz bir sesin çağırışı mıydı, ne idiyse, beni böyle bir heyecan içinde şehrin yukarı tarafından aşağıya kadar kovmuştu sanki, o deniz şimdi eteğini eline alıp kaçmaya başlayacaktı ve ben onun arkasından gidecektim ama ulaşamayacaktım. Sonra bütün ömrüm, sonrasında ise bütün ömrüm boyunca o mavi denizin kenarında diyar diyar gezecektim…”
Yazar hayatı boyunca deniz görmeyen ve görmek isteyen bir gencin arzusunu öyle bir dille, eneyjiyle tasvir eder ki onun şehrine gitmemenin imkânı yoktur.”Ayrıldılar”, “Batmayan Güneş”, “Ay ışığında” bu türden hikâyeleridir. Fakat yazarın benzersizliği de şudur, o tarihi kahramanlık konulu eserlerini de aynı zarif, ince bir nüansla takdim edebilir.
Enver Memmedhanlı “Cazibe Kuvveti”, “Leyla ve Mecnun”, “Feteli Han” (Mehdi Hüseyn’le birlikte )vs filmlerin senaryo yazarıdır. Fakat bugüne kadar her birimizin severek, gururla seyrettiğimiz Babek” bu sıralamadan özellikle ayrılır.
…Rafael Hüseynov “Milletin Zerresi”kitabında yer alan “Bahçe Romanı” denemesinde Enver Memmedhanlı’nın günlüğünden bölümler verir:
“Hiç olmazsa bir defa, son defa onun elini elime alıp doyuncaya ya kadar yüzüne baksaydım…
Benim bu düşüncelerim, belki de başkalarına gülünç görünecek!Olsun!
Ben onu ömrümün sonuna kadar unutmayacağım…”
Bu cümleleri okunduğunda “Babek” filminden sonra az kalsın aforizmaya çevrilmiş, Babek’in sevdiği kadın-Pervin hakkında söylediği- Unutulmayan kadın budur!-ifadesini hatırladım. Ve o oda, yazarın çevresindeki kağıt mağıt dağınıklığını, kabarmış saçlarını biraz daha karıştırıp yazdığı aklıma geldi. Kimbilir hangi unutulmayanın ömrünün sonuna kadar unutmayacağının hasretiyle yanıyormuş bu satırları.
Enver Memmedhanlı zamanının okşamasını da – Azerbaycan Emekdar Sanat Hadimi, halk yazarı sıfatını almasıyla- darbesini de –“Şarkın sabahı” piyesinin SSRİ Devlet başarısına layık görülmüş, mükafat alanların listesinde adının olmamasıyla tatmış sanatçıdır.Aslında belki her ikisini de daha farklı, daha acı tatmıştı. Bütün bunlar onun geçmişinde, biyorafisinde bizim edebiyat tarihimiz deyer alır.Ama şimdi…?
Anar” Hayatım acıyor” povestinde şöyle yazar:
“Enver ilk hikâyelerinin yazarı olarak otuzuncu yıllarda her ne sebepleyse, Allah korusun, dünyasını değiştirecek olsaydı o gün onu, mesela, farzedelim musiki de Asef Zeynallı, ressamlıkta Rüstem Mustafayev gibi çok erken vefat etmiş nadir bir istidad olarak hatırlar, değer verir. Babası için, çılgın hareketleri sebebiyle 1937 yılında kurban edilseydi günümüzde daha da çok putlaştırılırdı. Azerbaycan nesrinin savaş kurbanı olarak anılırdı…
Fakat edebiyatta hakiki tavizsiz ölçülerle temellenmiş yerini bulması için bütün ömrünü , bütün acı dolu hayatını yaşamalıymış…Ve birinin çok doğru belirttiği gibi yazarlık yalnız sanat değil hem dünyada yaşam tarzıdır da. Enver’in maneviyatımızdaki yeri bugün belirlenmiş yerinden oldukça yüksektir. Edebiyat tarihimizde ona ayrılmış bölümden defalarca yüksektir.
Son günlerde Enver Memmedhanlı’nın yazarlığına tekrar bakıldığında o büyüklüğünü, yüceliğini hissettim. Fakat bunu daha iyi anlamak için ona başka gözle, daha hassas bir yürekle bakmalıyız… Edebiyat dünyasının duvarsız odalarının içine girerek, Demokles’in kılıcını altında oturarak!
ÜÇÜNÜN YALNIZLIĞI
Edebi eleştirinin edebi eserlere veya herhangi bir sanatçının yazarlığına tamamen yaklaşmasının temel anahtarı tarihtir. Tarih yazarının, şairin hayatını, hayatını geçirdiği muhiti öğrenmeden, bilmeden eseri tarafsız değerlendirmesi mümkün değildir. Bunun için birçok eserin asıl değerlerinin kenarda bırakılarak bugünün gözüyle araştırılması bilgisizlikten gelen gülünç mülahazalar ortaya çıkarır. Çünkü eleştirinin asıl vazifesi, ilk önce yaratıldığı tarihi gerçeği ortaya çıkarmak, okuyucu da devir hakkında gerçek tasavvurlar yaratmaktır. Fakat devrin, zamanın sadece konusuna veya oradan belirtilen sözcüklere, terimlere, uslübün tesiri değil, başlı başına sanatçının kendisinin karakterine ve şöyle de söylenilebilir, ruhunun yansıması zor ve derin bir meseledir. Örneğin nasıl olur da aynı tarihi şartlarda doğmuş aynı şartlarda yaşamış yetenekli iki sanatçı aynı hadiseye ve konuya farklı yaklaşabilir?! Bu sadece insan olarak farklılıklaradan mı gelir veya ortaya çıkanları herkesin başka türlü kavramasından mı hissetmesinden mi bilinmiyor! Elbette bu söylediğim zor meseleler sadece edebiyatın değil felsefenin de psikolojinin de araştırma konususudur. Fakat bazen aynı şairin veya yazarın yaratıcılığındaki bir duygunun, ruhun çeşitli ifadelerini görsen de bu sorunun cevabını yine sanatçının hayatında aramalısın.
….Azerbaycan edebiyatı tarihinde yeri bulunan, yazdıkları eserlerle geniş okuyucu kitlesinin sevgisini, ilgidini kazanmış üç sanatçı, Resul Rıza, Nigar Refibeyli, Anar! Bu üç sanaçıyı birleştiren sadece aile değil, sanattır, edebiyattır. Bazen onların yazarlığında benzer hislerin farklı ifadesini görünce yine de muhiti, şartları düşünür, anahtarı ararsın. Anar’ın yaratıcılığında ilk gençlik yıllarından beri yazdığı, denilebilir ki bütün eserlerinde yalnızlık mevzusuna rastlanır. Yazarın şahsi arşivinden aldığım hiç yayımlanmamış hatta daha çocukken yazdığı hikâyelerde de bu ruh hissedildiğinde çocukça düşüncelerle kaleme aldığı sade konulardan içerisinde de insanın yalnızlığının ifade edildiğini de gördüğünde şaşırmıyorsun.Çoğuna göre şanslı, bahtı açıkbiri sayılan “ak gömlek’le doğmuş yazarın yalnızlık konusunu neden, hangi sebeple bu kadar düşünmüş?! Belki de sorunun cevabı ailededir, ana babanın hayatında, yazarlığındadır. İşte insan yaşadıkça sadece kendisinin değil anne babalarının tecrübelerini de kendine mal eder. Çocuklukta yaşadıkların veya gördüklerin veya ailenden işittiklerin sanki kendinin yaşadıklarına, hatıralarına döner. Anar’ın anne ve babasının, Resul Rıza ve Nigar Refibeyli’nin yalnızlık konusunu yazması veya yalnızlık hisisi yaratan terbiye usulleri son derece tabi görülür. Resul Rıza, Han soyundandır. Gökçaylı Mehmet’in soyundan, Nigar Refibeyli Genceli Hudadat Bey’in kızıdır. Bu kısa biyografik bilgi Sovyet Hükümeti kurulmamış olsaydı bugün başka türlü anlam bulur, kavranırdı. Fakat Sovyet Hükümeti’nin Azerbaycan’da kurulması bu, han kelimeleri düşman sözüyle eş anlamlı sayılıyorsa halk düşmanı baba, Türkiye’de yaşayan kardeş (Nigar Refibeyli’nin babası Hudadat Bey “halk düşmanı” suçlamasıyla kurşuna dizilmiş, kardeşi Kamil ise Türkiye’te göçmüştü.) gibi biyografik detaylar da onun için tehlikeliyse de düşüncelerini, arzularını, hayallerini açıkça konuşmak anlatmak korkutuyorsa, bugün sorulduğunda ekmek kesen birinin yonca (yonca, o dönemde hafiye haberci manasında kullanılan bir jargondur) olduğunu öğrenirsen içine kapanmaktan, küçük, ufacık dar, çevrende yaşamaktan başka yol kalmaz. Bu kısıtlılık belki de tabiatın her insana verdiği, her insanın içindeki yalnızlık duygusunu ortaya çıkarıp şiddetlendirir. Resul Rıza kendisinin “Sıkıntı” şiirinde bu hissi doğrudan ifade eder:
Uzun yıllar sıktı beni:
Kâh çizmelerim-
Bazen uzunu, bazen eni ile,
Kâh geçip giden bir teessüfüm,
Kâh ümidim yeni ile,
Kâh