Abdıreşit Taşov

Bozkurtun Patikası


Скачать книгу

Artık bir yaşını doldurmuş kurt.

      – Eğer Karakancık o kurttan nesil alabilse, enik verir ise, siz onları da diri diri toprağa gömecekmisiniz?

      – Sana daha önce anlatmış idim, “kancıkların ilk gebeliğinden olan yavruları kelek olur” diye. Anlayamadın mı?

      – Çoban abi, çöl yerlerde adet falan demenin ne gereği var?

      – Kardeşim, adet çölde de, ilde de aynı adettir.

      – Adet dediniz, “kelek” dediniz, geçen sene bir sürü günahı olmayan enikleri yok ettiniz. Canı olan canlıları diri olarak toprağa vermenin de bir günahı vardır…

      – Vardır, yok da diyemem. Ancak adetleri ihlal etmek affedilemeyecek bir günahtır.

      – Benim kurdum bir daha Karakancık ile karşılaşamaz ise ne olacak?

      – Kurttan bir kere nesil almış olan kancık yine de onu ister. Bir daha köpekleri saymaz bile. Ancak karşılaşamazlar ise, çaresi yoktur.

      – Karşılaşmaz. Önümüzdeki yıla kadar o kurt ya kalır, ya kalmaz.

      – O olmaz ise, yine birisi. Hatırlıyor musun, senin genç kurdu yakalayıp getirdiğini. Benim de ertesi gün Börüsay’a gittiğimi. Biliyor musun, o gidişimde ben Börüsay’da üç ayaklı büyük bir kurdun ayak izlerini gördüm. İzini sürdüm, o dağa doğru gitmiş. Demek, dağda kurt ailesi olmalı.

      – Çoban abi, üç ayaklı kurt olamaz ki.

      – Doğru, kurtlar dört ayaklı olur. Bundan üç dört yıl öncesiydi, iki insan helikopterle Kulanlı vadisinde kulan avlamaya gidiyorlar…

      – Kulanları avlamak yasak değil mi?

      – Kimileri için yasak? Bazı kimseler için ise seslerini çıkarmıyorlar. İşte, onlar da kulan avlamak için dolaşırlarken, kurt sürüsünü görmüşler. Helikopter ile kovalayarak, silahla vurabildiklerini vurmuşlar. Bir çobanın söylediklerine göre, onlar var olan kurtların tamamını katletmişler. O olaydan sonra on veya onbeş gün ya geçmiştir ya da geçmemiştir, başka bir çobanın çoğluğu çoban konaklama yerlerini dolaşarak, “kurt çekti”3 yaptığı zaman, onu büyük bir kurdun kovalamış olduğuna dair haberler yayıldı. İşte, o olaydan sonra ise kapan kurma başladı. Yedikuyudaki çobanların kapanına bir kurt yakalanmış, o da ayağını kapanda bırakarak, kaçıp gitmiş. Yanılmıyorsam, benim ayak izlerini görmüş olduğum o üç ayak kurt olmalı.

      – Çok da gururluymuş ya.

      – Evet, kurt çok gururlu bir hayvandır – dedikten sonra, çoban düşüncelerine dalıp gitti. Bardağındaki soğumuş çayından çift yudum aldı da, konuşmasını devam ettirdi. – Bundan onsekiz yıl evvel ben de aynen senin gibi çoğluktum. Sarı dayı adında davar sevdalısı insan olan çoban idi kendileri. O biraz da hasta olan birisiydi. Rahmetli kanser hastasıydı. Onun için de öğleden sonra bana güvendiği için sürüyü otlak alana çıkarma işini bana bırakırdı. Günlerin birinde fırtınalar esip kasırgalar kopup, kasıp kavurduğu havada sürüyü dolaştırıp, çoban konaklama yerine doğru götürdüm. Getirip ağıla kapadım. Sarı dayı her zamanki yapmakta olduğu gibi, gemici fenerini alıp, çoban konaklama yerinin etrafından dolandı da, derinden bir nefes aldı. Bana seslendi:

      – Yolda bir yerlerde gelirken sürünün bölünmüş olduğunu fark ettin mı? – dedi.

      Ben, sürüyü dağıtmadan getirmiş olduğumu söyledim.

      – Hayır. Dağılmış. Az buçuk bile değil, yaklaşık kırk adet eksiğimiz bulunmakta

      Sarı dayı bana öylesine bir ters ters baktı ki, sanki vücudumda karıncalar yürürmüş gibi oldum.

      – Her koyunun kaç gözü var?

      – İki.

      – Kör olanı, tek gözlü olanı yok değil mi?!

      – Elbette, yok. Hepsi de sağıklı koyunlar.

      – Bizim 850 adet koyunumuz var idi. Oların da 1700 gözünün olması lazım. Ben 78 gözü bulamıyorum. Demek 39 koynumuz eksik.

      Ilk başta “mümkün değil” desem de, bir baksam, benim ile otlak alana beraber giden Akbay adlı köpek de yoktu. Akbay sürü dağıldığında sürüden bölünerek ayrılmış olan koyunlar ile kalmış olmalı.

      Sıcağı sıcağına kaybımızı aramaya başladık. Onlar fırtınalı havada sürüyü çoban konaklama yerine doğru döndürmekte olduğum sırada, kenardakilerden bir grubun sürüden ayrılarak dağılmış olduğunu nerden bilecektim? Ancak onların çoğu çoktan parçalanmış idi. Özellikle, kuyruklarını sanki bıçakla keserek alıp yemişler gibiydi. Burada da altı adet koyunumuz eksik çıktı.

      – Onları kurtlar kendileri ile götürmüşler – dedikten sonra, Sarı dayı bana anlattı. – Bunlara altı kurt saldırmış.

      Hiçbir şekilde hayat belirtisi vermeyen Akbay’ı sanki insan defneder gibi, toprağa verdik.

      Sarı dayı gece saatleri olmasına bakmaksızın kışlık ahıra gitti. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde bir avcıyı iki köpeği ile alıp geldi. Ben avcı ile beraber gitmek zorunda kaldım. Av köpekleri kurtların ayak izlerinden dolayı bırakmış oldukları kokuyu koklayarak, çok uzun mesafelere gittiler. Biz de onların peşinden. Üçüncü gün dendiğinde, kurt enine ulaştık. Avcı inden kurt yavrularının yedisini dışarıya çıkardı. Sonra onların dördüsünün sırtlarına zamk gibi bir şeyler yapıştırdıktan sonra, inlerine salıverdi. İnin etrafında ağ kurdu, bir tarafını açık bıraktı. Tuzak da kurdu.

      Biz biraz geri çekilerek, saklanıp, beklemeye başladık. Sırtları zamklanmış yavru kurtlar tuvalet ihtiyaçları geldikçe keskin çığlıklar atmaya başladılar. Ana kurt onların acıklı acıklı çığlık atmalarına dayanamadı. Taş atsan yetecek mesafeye gelerek tedirğinlikle hareket etmeye başladı. Her seferinde telaşlı bir şekilde bir oraya bir de buraya doğru geçtiğinde, bir adım olsa bile inine yaklaşıyordu. O bizim buralarda olduğumuzu biliyordu. Bilse bile çaresi yoktu.

      Ben kurt denen canlıyı hayatımda ikinci kez görüyordum. Birinci kez, daha önce de anlatmış olduğum gibi, çocukluğumda, yazlığa çıktığımızda görmüştüm. Ancak, daha önce görmüş olduğun anne kurt bunun kadar sert değildi.

      Anne kurdu görür görmez elimde ayağımda dermanım kalmadı, dilim tutuldu, sesim çıkmaz oldu. O ise bazen dişlerini şak şaklatarak, bizim bulunduğumuz tarafa doğru bakarak, bizi tehdit ediyordu. Onun ensesinde kabarmış olan tüyleri, sert suratı, insan kanını donduran, hem nefret hem hiddetle dolu gözleri, orman canavarını bile sataşmış olduğuna pişman ettirmeye hazır dişleri, gerçeği söylemek gerekirse benim içimi karartmaya başlamıştı.

      Hiçbir şeyden korkmayı, ürkmeyi bilmeyen cesur hem de öfke ve hiddetle beslenen tehdidi ile üzerimize saldırmış olsaydı, geldiği gibi bizi parçalayıp geçip gidecek gibi gözüküyordu.

      Ben sanki sıtmaya yakalanmış gibi titreyip duruyordum, kendimi zor tutuyordum, avcının yüzüne baktım. O rahat idi. Onun davranışları oyuncak kurdun oynunu izliyormuş gibiydi. Av köpekleri de alışıklar, emir verilerini bekliyorlar, seslerini bile çıkarmıyorlar, yere uzanmış yatıyorlardı.

      Avcının soğukkanlılığı beni de korku girdabından çıkardı, biraz olsa bile rahatlattı.

      Her ne de olursa, henüz korku benim damarlarımda kanımı hızlı hızlı attırıp duruyordu. “Sanırsam, anne kurt tek başına değildi. Diğerleri arkadan dolaşıp gelebilirler” diye, korkuyla arkama baktığımda, eşekler kulakları ile gözlerini kapatmış, anne kurdun