Ahmet Cevdet Paşa

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa II. Cilt


Скачать книгу

yılının hac mevsiminde Mansur hac için Mekke’ye gittiğinde, Ebu Talib’in evladı için pek çok hediye dağıtmış olduğu hâlde Muhammed Mehdi ile İbrahim meydana çıkmadıklarından Mansur daha çok merak ederek babaları Abdullah İbni Hasan Müsenna’yı oğullarını ele vermek için sıkıştırdıysa da Abdullah gizleyip söylememe hususunda direndi. Mansur da onların arkalarına hafiye memurları düşürdü. Muhammed Mehdi de bundan haberdar olup ürkerek, kardeşiyle beraber Yemen tarafından savuşmuş, Aden’e ve oradan Sind’e (Batı Hindistan’da bir yer) gitmiş ve ondan sonra Irak’a ve ardından Medine’ye geçmişti. Sonra Muhammed Mehdi, Yenbu nahiyesine gelip bir müddet Cüheyne Dağı’nda bir mağarada arkadaşlarıyla birlikte saklandı ve ibadet ile meşgul oldu. Mansur, ondan haber alıp Cüheyne’ye gizli haberci gönderdi. Fakat Mansur’un hizmetinde bulunan bir Alevi de o tarafa gizli haber uçurunca Muhammed Mehdi, oradan kaçarak Medine’de gizlendi. Alevi taraftarları, onu imam kabul ettiklerinden, maddi ve manevi yönden kendisine yardım edenleri çoktu. Bundan dolayı Muhammed ve kardeşi böyle yer yer dolaşırlar ve hac mevsiminde çöl Arapları içine karışıp hac ederler ve ara sıra babaları ve çoluk çocuklarıyla görüşürlerdi. Hatta İbrahim’in zevcesi Rukiyye bu suretle hamile kalıp bir çocuk doğurmuştu. Mansur da bundan haberdar olarak fevkalade hiddetlenmişti. Çünkü Rukiyye’nin babası, Osman Zi’n-Nureyn (r.a.), torunlarından Muhammed İbni Abdullah İbni Ömer İbni Osman idi ki gayet güzel bir zat olup Dîbac diye tanınmıştı. Abdullah İbni Hasan Müsenna’nın ana tarafından kardeşi idi. İkisinin de validesi Fatıma binti Huseyn İbni Ali (r.a.) idi. Bu nedenle Resulullah’ın (s.a.v.) çocuklarına yakınlığı olduğundan Emevi Devleti devrinde onları himaye ederdi.

      Abbasi Devleti devrinde Beni Haşim’in de onu himaye etmeleri insanlık ve mertlik icabı idi. Fakat Muhammed Mehdi ile kardeşi İbrahim’in firarda bulunmaları sebebiyle Mansur’un Ali taraftarlarından şüphe ve tereddüdü var idi. Çok çalıştı, araştırma yolunda çok para sarf etti, sık sık Haremeyn (Mekke ve Medine) emirlerini azleder oldu. Yine de Muhammed Mehdi ile İbrahim’i ele geçiremedi. Nihayet Medine emîrliği için evlad-ı Resul’ün kadrini bilmez bir adam aradı. Ribah İbni Osman El-Murâ namında, alçak tabiatlı birini buldu ki Ravza-i Mutahhara’yı (Hz. Peygamber’in mescidini) yık desen tereddütsüz yıkabilecek bir şahıstı. Mansur ona mal verip Medine emaretini tevcih etti ve yüz kırk dört yılı ramazanında onu Medine’ye gönderdi. Kendisi de hac mevsiminde Mekke’ye giderken Medine’ye uğradı. Abdullah İbni Hasan Müsenna’yı, oğulları Muhammed ve İbrahim’in nerede olduklarını haber vermek üzere sıkıştırdı, o da gizlemek hususunda ısrar gösterdi. Bundan dolayı Mansur’un emriyle Ribah-i Murâ, Abdullah bin Hasan Müsenna’yı, oğlu Musa’yı, üç kardeşini ve kardeşlerinin çocuklarını hapsetti. Abdullah’ın diğer kardeşi Ali Âbid bin Hasan, kavmi içinde bulunmadığından ertesi gün, Ribah’ın yanına vardı ve “İhtiyacın nedir?” dediğinde, “Beni de kavmimle beraber hapsedesin diye geldim.” deyince Ribah onu da hapsetti ve evlad-ı Hasan’dan mahpus olanlar on bir kişiye yükseldi.

      Ribah ise Mansur’a, “Ya emirü’l-müminin! Horasan halkı senin taraftarındır. Irak halkı da Ebu Talib ailesinin taraftarıdır. Amma Şam halkı Ali’nin en büyük düşmanıdır. Fakat Muhammed bin Abdullah Osmani, Şam halkını davet etse hiçbiri geride kalmaz.” demiş olduğundan, Mansur’un Dîbac hakkında da emniyeti kalmamış oldu ve hemen emretti, Ribah onu da hapsetti.

      Gerçekten Şam ahalisi, Beni Ümeyye taraftarı idiler. Fakat Emevilerin ileri gelenlerinden kimse kalmadığından, Hz. Osman evladından Dîbac diye bilinen, daha evvel bahsi geçen Muhammed İbni Abdullah Osmani’ye muhabbetli olup, ellerinden gelse hilafete onu seçerlerdi. Fakat Emevilerin devri geçmiş olduğundan, Dîbac da evlad-ı Resul’e yakınlığı hasebiyle tehlikesizce yaşamaktayken, bu defa evlad-ı Hasan’ın hapsedilmelerinden dolayı o da yukarıda geçtiği gibi onlarla beraber hapse atılmıştır.

      Mansur hemen Medine Kadısı İmran İbni İbrahim İbni Muhammed İbni Talha ile müçtehitlerin büyüklerinden İmam Malik bin Enes Hazretleri’ni hapishaneye gönderip Abdullah bin Hasan’a oğulları Muhammed ile İbrahim’in nerede olduklarının bildirilmesini teklif etti. Abdullah, Mansur ile görüşmek istedi. Mansur da oğullarını getirmedikçe kendisiyle görüşmeyeceğini bildirdi. Ondan sonra Mansur Mekke’ye gidip hac etti ve dönüşünde, Medine’ye uğramayıp Rebeze köyüne gitti. Adı geçen mahkûmların oraya getirilmesini emretti. Ribah da onları ayaklarında bukağı olduğu hâlde Rebeze’ye götürdü. Onlar bu suretle Rebeze’ye getirilirken Cafer-i Sadık Hazretleri perde arkasından onları görüp ağlar ve gözlerinin yaşları sakalından aşağı dökülür, “Bundan sonra Cenabıhak, Haremeyn’i muhafaza etmez.” der idi. Rebeze’de Mansur, Dîbac diye bilinen Muhammed bin Abdullah Osmani’yi huzuruna getirtti. Kızı Rukiyye’nin doğurmasından bahisle onu namusuna dokunacak surette azarladı. O da kendini savunmak isteyince Mansur hiddetlenerek adamlarına emretti, ona yüz kamçı vurdular. Çaresizin sırma gümüşü gibi beyaz olan vücudu kamçıların yara ve berelerinden simsiyah oldu ve bir gözüne kamçı isabet ederek aktı. Bu hâlde hapse iade ettiler. Ondan sonra Mansur Kûfe’ye giderken onları da beraber götürdü. Rebeze’den çıkıp da onların yanından geçerken Abdullah bin Hasan haykırarak, Mansur’a hitaben, “Ya Ebu Cafer! Biz Bedir Savaşı’nda sizden alınan esirlere böyle hakaret etmemiştik!” deyince Mansur, bu sözlere pek ziyade bozulmuş olarak geçip gitti ve Kûfe’ye vardıklarında onları zindana attı.

      Mansur’un emniyeti, Horasan halkına münhasır iken bu defa Horasan Valisi Ebu’l Avn tarafından gelen yazıda Horasan ahalisi, Muhammed bin Abdullah işinin nasıl sonuçlanacağını bekledikleri için kendilerinden sakınmak gerektiği yazılı olduğundan, Mansur’un kan başına sıçradı. Hemen Muhammed bin Abdullah Osmani’yi öldürerek başını, evlad-ı Resul’den Muhammed bin Abdullah’ın başı olduğuna yemin edecek adamlar ile birlikte Horasan’a gönderdi. Tutuklulardan biri ki Abdullah bin Hasan’ın kardeşinin oğlu Muhammed bin İbrahim bin Hasan’dır. Gayet iyi, kalplerin sevgilisi, güzel sıfatlı bir zat olmakla beraber ona da Kûfe halkı, Sarı Dîbac derlerdi ve grup grup gelip onu seyrederlerdi. Bu da Mansur’un dikkatini çekti, onu iki direk arasına sıkıştırıp biçareyi işkence ile öldürdü. Çok geçmeden İbrahim bin Hasan, ondan sonra kardeşi Abdullah bin Hasan ve Ali bin Hasan da hapiste öldüler. Bir rivayete göre Mansur onları zehirleyerek yahut başka bir şekilde öldürmüştür. Kısaca Hasan’ın evladından pek azı kurtulup çoğu bu şekilde yok olmuştur.

      Evlad-ı Ali ile evlad-ı Abbas öteden beri birlik hâlinde iken bu olaylar üzerine kanlı bıçaklı oldular. Medine Emiri Ribah da Mehdi’yi yoklayıp gözetlemeye fevkalade önem verirdi. Mansur ise yukarıda haber verildiği şekilde, Kûfe’den nefret ettiği için başkent yapmak üzere uygun bir yer aramakta olduğu hâlde Bağdat mevkisini seçti. Yüz kırk beş senesinde Bağdat şehrinin imarına başladı. Şöyle ki Halid bin Bermek’e şehrin hududunu çizdirdi ve dört kısma ayırarak, her kısmına ümeradan birer bakan tayin etti. Her taraftan işçi, sanat erbabı ve mühendisler getirttiği sırada tuğla ve kerpiç sayıp hesabını görme memuriyetini de mezhep sahibi İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’ne teklif etti. Önce onu kadı olarak atamak istediler. İmam Hazretleri kabul etmemiş olduğu hâlde bu geçici memuriyeti zaruri kabul buyurdu. Mansur önce vekillerini huzuruna getirerek kisranın sarayı ile Medayin’i bozup bunların yıkıntısını Bağdat’a nakletme hususunu istişare etti. Halid bin Bermek, “Ya emire’l-müminin, onlar İslam’ın işaretlerinden ve Arap fetihlerindendir. Onları görenler, kurucularının izalelerinin, dünyevi güç ile olamayıp, sadece din gücü ile olduğuna delil getirirler. Bununla beraber, Medayin’de Ali İbni Ebu Talib (r.a.) Hazretleri’nin musallası vardır.” diyerek onların bozulmasının münasip olamayacağını arz etmesi üzerine Mansur, “Ya Halid! Senin kavmin olan Acem’e meylin olduğu için muhalif görüşte bulunuyorsun.” diyerek hemen onların yıkımını emretti. Beyaz Saray’ın bir tarafını